Işık Menderes

Sahi, nedir gerçek dediğimiz şey?

Gerçek din, insanın kendine dönüşüdür. Özünü keşfetmesiyle; Tanrı’yla, yani sevgiyle bütünleşmesidir. Bu kişiye özel tecrübe, kelimelerle anlatılamayacak kadar kutsaldır. Ve kutsal olan da hemen her zaman gizlidir.

Işık Menderes

Işık Menderes

“Tovoriş” diye çağırırdı beni. Kadife sesli, neyzen bakışlı muhteşem bir insandı. Doktordu. Dostumdu. Tükenmek bilmeyen bir enerjisi vardı. Akşamları en fazla üç saat uyur; günlerini hastanesiyle muayenehanesi arasında bölüştürürdü. Çocukluğunda keman çalan elleri, bir mucize sayesinde kaçabildiği toplama kampında havada asılmaktan, üstüne basılmaktan incinmişti. Bu nedenle, girdiği ameliyatları denetlemekle yetinirdi. Binlerce hastasında iyileştirmeye çalıştığı hastalık, sonunda onu akciğerinden vurarak durdurabildiğinde, heybetine yakışmayan bir titreklikle kulağıma fısıldadı: “İnan, insanları çok seviyorum.” Michael’ın gerçeği sevgi üzerine kurulmuştu. Yaşadığı tüm şiddet ve vahşete rağmen… Yıllar sonra bugün, sizlere bu yazıyı yazarken, ona Tanrı’ya inanıp inanmadığını hiç sormamış olduğumu fark ettim… Sormuş olsam da alacağım cevap neyi değiştirecekti ki zaten? O, tanrısallığını bulmuş, yaşamış, göstermiş ve paylaşmıştı. Sevmeyi bilerek.

Kurallara, kalıplara, dogmalara, cenneti öte dünyada bulmaya şartlanmış bilgilere sığamayacak kadar engin ve derin bir histir, sevgi. Prometheus’un gökten çalıp insana verdiği ateşi canlandıran, niteliği emsalsiz bir güçtür. Tüm zıtları yeniden birleştiren TEK enerjidir. Tanrı’nın bütünlüğünü ihtiva ettiği için de insanlığın acılarını iyileştirebilecek yegâne ilaçtır.

İngilizce ve Fransızca’daki “religion” kelimesi; Latince’de “birleştirmek, bir araya getirmek” anlamına gelen, “religere” den türemiştir. Gerçek din, insanın kendine dönüşüdür. Özünü keşfetmesiyle; Tanrı’yla, yani sevgiyle bütünleşmesidir. Bu kişiye özel tecrübe, kelimelerle anlatılamayacak kadar kutsaldır. Ve kutsal olan da hemen her zaman gizlidir…

Adamın biri ayağını yaraladığından değnekle yürümek zorunda kalmış. Kısa bir süre sonra abandığı değneğin başka işlere de yaradığını memnuniyetle fark edince, ailesine göstermiş.

O günden itibaren, değnek kullanmak hayatın vazgeçilmez bir parçası olmuş. Ülkenin her tarafına yayılarak, milli bir tutku haline gelmiş. Bazıları fildişinden yapılma, diğerleri altınla süslenmiş, birbirinden güzel değnekler halk tarafından kapışılır olmuş.

Değnek kullanmasını öğretmek için okullar açılmış; üniversite kürsülerinde konunun bilimselliği incelenip benimsenmiş. Desteksiz yürümeye çalışanlar duruma müdahale etmek istediklerinde ayıplanarak, toplum dışına itilmişler. Hor görülüp, cezalandırılmışlar. Yılmayanlar, değneksiz de yaşanabileceğini ispat etmeye çalışmışlarsa da, kimse onları dinlememiş…

Böylece değneksiz azınlık, toplumdaki yargılara maruz kalmamak için farklı yaşamaya, farklı davranmaya başlamış. Zaman su gibi akmış, aradan birkaç nesil geçmiş, bazı insanların değnek kullanmadan yaşamlarını rahatlıkla sürdürebildikleri ortaya çıkmış. Çoğunluğun zihninde beliren soruları yatıştırmak için telaşlananlar, değneğin faziletlerini sıralayarak, kullanımının vazgeçilmezliğini kanıtlamak istemişler. Halkın nezdinde değneklerini atarak yürümeye çalışan göstermelikler teker teker yere düştüklerinde: “İşte gördünüz!” demişler hoşnut bir ifadeyle.

“Ama bakın, biz değneksiz yürüyoruz,” diye itiraz etmiş kırgın azınlık. Topallar kızarak, “Yalan söylüyorsunuz! Bu sadece hayallerinizin ürünü saçmalıktan başka bir şey değil” karşılığını vermişler. Verebilmişler. Çünkü, geçen zaman içinde bir de kör olmaya başlamışlar; görmek istemediklerinden…

Yorum Ekle