Kitap

Mutsuzluk beyaz yakalının kaderi mi?

Mutsuzluk beyaz yakalının kaderi mi?

Şirket kötü, patron adil değil, iş arkadaşın güvenilmez… Peki ya sen? Senin bu tabloda yerin ve payın nedir? Kurban mısın, bilinçli seçimler yapan mı? Başına gelen “iş”ler kimin eseri?

YAPRAK ÇETİNKAYA

Zuhal Gürçimen

Zuhal Gürçimen

Bir insan kaynakları profesyoneli olan Zuhal Gürçimen, 30’lu yaşlarında koçluk, liderlik, takım çalışması eğitimleri alırken bir yandan da 40 yaş sonrası için bir plan yapmaya başlamıştı. Mesleki bilgi birikimini bu eğitimlerde aldıkları ile birleştireceğini biliyordu ama henüz ortada detaylar yoktu. O sıralarda bir şirkette pazarlama müdürlüğü yapan ve aynı zamanda seminerler veren Aret Vartanyan’ın bir çalışmasına gitmeye karar verdi.

“Aslında model çalmaya gitmiştim” diye itiraf ediyor şimdi. O tanışmadan 1,5 yıl sonra, yani bundan yedi yıl önce birlikte Yaşam Atölyesi’ni kurdular. Gürçimen şimdilerde “Başıma Bir İş Geldi” adlı kitabının heyecanını yaşıyor, yazmaya aşkla devam etmek istediğini söylüyor. 30 yıllık kurumsal hayat deneyimlerini farkındalık eğitimleri ile harmanlayarak hepimize tanıdık gelecek hikayeler anlatan Gürçimen ile çoğumuzun hayatının önemli bir bölümünü oluşturan işlerimizi ve işyerindeki hallerimizi konuştuk.

Kitabınızda kahramanların uyanışlarını iş hayatı üstünden anlatıyorsunuz. Neden bu hikayelerin arka planını iş hayatı üzerine kurdunuz?

30 yıllık iş hayatım var. Yaklaşık 22 yılı kurumsalda beyaz yakalı olarak geçirdim. Bu kitap o süreçlerden aldıklarımın, deneyimlerimin diyeti gibi… Bunu yapmasam rahat edemeyecektim. Yazarların ilk kitapları hayat hikayelerinin can damarını verir, önce o kurşun atılır derler. Benim için de öyle oldu. Bunu da didaktik bir şekilde değil de insan manzaraları üzerinden yaptım. İş hayatının görünen sorunlarının arka planında sebepler nedir, kaynak neresi, bunlar yaşanırken hangi kodlamalar insanları boğaz boğaza getiriyor? Yani iş hayatının arka bahçesini yazmak istedim. Beş kahraman ve beş hikaye var kitapta.

İnsan kaynakları profesyonelisiniz. Şirketlerde pek sevilmeyen bir bölümdür sanki. Siz nasıl deneyimlediniz?

Şirket içinde bu bölüme transfer teklifi aldığımda aramın iyi olduğu iş arkadaşlarım, “Deli misin?” dediler, “Finansın başındasın, gayet güzel oturttun, koca ekibin var.” Benim çok doğal bir denge ile içimde bulduğum yanıt, “Ben bir gücü bir yere aktarabiliyorsam, neredeysem oraya aktarabilirim” oldu. Bir taraftan demir lady gibi kabul edilirken bir yandan da ilk eğitimleri alan insanlarla takım çalışmaları yapan tarafım da vardı.

O dengeyi korumayı çok sevmiştim. İnsan kaynaklarına geçince demir lady tarafım bir tarafa kalktı, kalkanlar indi ve insanı tanımaya yönelik çalışmalar başladı. Aslında bu transferin temel sebebi de 2000’lerin başında aldığım koçluk, liderlik eğitimlerinde ya da uluslararası projelerde yer aldığım takım çalışmalarında heyecanımı gören yönetimin beni yönlendirmesiydi. Aslında benim gizli ajandamdı bu. O nedenle insan kaynaklarının defolu tarafını hiç yaşamadım.

Adı insan kaynakları… Kaynağınız insan ve aynı zamanda o insanın kaynağını da şirkete aktarıyorsunuz. Ama biz bir kez kodlamışız; işten çıkarır ve işe alır, bitti.

En temel problem bu bölümün, yönetimin veya patronun ağzından konuşan kişi olmak durumunda olması… Oradan aldığı mesajı yumuşatarak aktaran, hep gizli ajandası var sanılan kişidir insan kaynakları yöneticisi. Aradaki bariyeri kaldırıp kendi şeffaflığınızı koyarsanız ortaya, öyle olmuyor. Bütün işleri kendi ölçünüzde farklı yapabilirsiniz.

Eğitimler aldığınızı söylediniz. O eğitimlerden sonra sizin iş ilişkileriniz nasıl değişti?

Çok heyecanlıydı. Algılarınız açılıyor, her şeyin arka tarafını görmeye başlıyorsunuz ve büyük bir şaşkınlık yaşıyorsunuz. Daha önce sonuçları görüyorsunuz. Masada sonuçlar üzerinden konuşuyor, proje üretiyor ya da kavga ediyorsunuz. Ama o masaya gelene kadar arka tarafta ne planlanmıştı, hangi kişinin hangi tavrından ötürü iş oraya gelmişti; bunları görme şansınız olmuyor. Büyük resmi, arka planı görmek beni çok heyecanlandırdı.

Buna bir örnek verebilir misiniz?

Bazen şirket içinde bir atama yapılır ve siz bunu çok adaletsiz bulursunuz. Sizin çok önemsediğiniz terfi mekanizmasının yönetim için çok basit olduğunu, aslında bu terfiyi baş birinin hak ettiğini düşünürsünüz. Ama terfiyi hak ettiğini düşündüğünüz kişinin aslında başka şirketlerle iş görüşmesi yaptığını, şirkete bunun haberinin geldiğini bilmiyorsunuzdur. Belki de o kişinin bir adım sonrası için hayali kendine iş kurmaktır ve bunu yöneticisi ile paylaşmıştır. Ama siz fotoğrafa uzaktan bakıp yorum yapar, varsayımda bulunursunuz. Terfi alamayan kişi ayrılır, “Bak terfi alamayınca ayrıldı, gördün mü?” dersiniz bir de..

Çünkü kimse o kadar şeffaf olup içindekini anlatmıyordur. Sanal olarak kendinize bu olaydan iş yeriniz hakkında bir olumsuzluk notu çıkarırsınız. “Vay be, ona böyle yapıldıysa bana da yapılacak. Ben niye daha fazla çalışayım ki? O eğitime neden gideyim ki?” demeye başlar ve kendi yarattığınız illüzyonun, moralsizliğin içinde kalırsınız. Depresyon ve demoralize olmak ekibin içinde bulaşıcı hastalık gibidir. Ekipteki diğer kişiler de yavaş yavaş böyle düşünmeye başlar çünkü öğle yemeğinde bunlar konuşulur. Ve aslında belki de ortada hiçbir şey yoktur. Tabii haksızlığın yaşandığı terfiler de vardır, bu örnekle onları aklamaya çalışmıyoruz.

Gerçekten haksızlığa uğrayanın da böyle bir haksızlığı yaşamaya aslında ihtiyacı olabilir. Bu işin katmaları da var değil mi?

Aynen öyle… Benim bunun tam tersini yaşadığım durumlar da oldu. İşlerden çok yıldığım bir dönemde, özel bir sohbette yöneticime bir Ege kasabasına yerleşmekten bahsetmem terfime engel oldu. Olay ilk ortaya çıktığında hiç almadım o dersi. “Kimseye güvenmeyeceksin, iş hayatından dost olmaz” falan dedim. Şimdi o kişinin yerine kendimi koyduğumda anlıyorum.

Atama yapılacak pozisyon çok kilit bir pozisyon ve atamayı düşündüğüm kişi öğlen yemeğinde Ege’ye yerleşmek istediğini söylüyor. Onun tarafından okuyunca görünen başka… Niye böyle bir riski alayım? Ben de madem böyle bir söz söyledim, sonrasında kendi dümenime sahip çıkıp, “Ben sana böyle böyle dedim ama aslında ben bunu yapmak istemiyorum” diye kendimi açıklamalıydım.

Ya da harekete geçip Ege’ye taşınmalıydınız…

Gitmeyip kendime de yöneticime de niye gündem yaratıyorum değil mi? İfade ettiklerimiz iş hayatında çok önemli.. İstifa etmek de öyle değil mi? Ağızdan çıktığı an dönüşü yok. 18 yıl çalıştığım, çok şey kazandığım, kendimi güvende hissettiğim şirkettenistifa etmeden 1,5 yıl önce Aret ile Yaşam Atölyesi’ni tasarlamaya başlamıştık. 1,5 yılın sonunda “İstifa ediyorum” dedim. Artık geri dönüşü yoktu.

18 yılın sonunu iki kelime ile getirmiştim. Çok kilit bir an. Tıpkı bunun gibi hayatın içinde söylediğin her şey seni bağlıyor. Hem zihnini bağlıyor kodlamanı etkiliyor hem de karşındakilerin sana bakış açısını etkiliyor. O nedenle iş hayatında sadece aklımıza estiği için konuşma konusunda kendimize engel olmamız lazım.

İstifa etmek çok etkili bir duruş gibi görünse de tıpkı ikili ilişkilerdeki gibi işle ilişkimiz de eğer meseleyi çözmeden istifa edersek aynı deneyim gelecekte karşımıza çıkıyor mu?

Kitapta Nazlı’nın hikayesi aslında bu… İstifan bir kaçış planı mı bir kurtuluş planı mı? İlk başlarda o şirkette beni çalışmaya motive eden şey neydi, potansiyelimin ne kadarı uygundu, buradan nasıl bir sonuç aldım, hayatımda bunu nasıl bir araç olarak kullanıyorum sorularının cevaplarını verip kendime bir de yedek plan yapıp ayrılıyorsam tamam..

Kafe de açabilirim, güneye de yerleşebilirim, bambaşka bir sektöre de geçebilirim. Nelerden sıkıldığımı biliyorum, yeniden yarattığım dünyanın ne olacağı konusunda bir fizibilitem var. Bu bir planlama meselesi ve kendini tanımakla başlayan bir planlama… Ama plansız bir kurtuluş hayali ise, nereye gidersem gideyim bundan iyi olur mantığı ile hareket ediyorsam, etrafımın sarıldığını, her gün her şeyin benim aleyhime olduğunu düşünüyorsam, “Ancak bu durumdan kurtulursam iyi olurum” diyorsam işe aynı bakış açısı ile baktığım sürece gittiğim yeni işte sadece yöneticimin adı değişiyor, her şeyi yeniden yaşıyorum.

Bu şartlarda kendime bir iş kuruyorsam bu da hayali bir film karakteri gibi oluyor. Hayatında insanlarla sıkı fıkı olmayan biri olarak kafe açıyorum mesela. Özel zamanlarına çok dikkat eden biri olarak hafta sonu çalışmayı gerektiren bir iş yapıyorum.

İnsan hiçbir yere gitmeden mevcut iş yerindeki ortamı değiştirebilir mi?

Kendini değiştirdiğin zaman hepsi değişir. Buna çok inanıyorum. Siz bakış açınızı ve yaklaşımınızı değiştirerek insanların size karşı tutumlarında farklılık yaratabilirsiniz. Değiştiremediğiniz noktada da bariyer koyarak en azından eskisi kadar etkilenmemeyi seçebilirsiniz. Biz kimsenin düşüncesini ya da bize karşı tutumunu değiştiremeyiz.

Ama o olaya karşı yorumumuz ve tepkimizi değiştirebiliyoruz. İstifa etmemden önceki 1,5 yılda bunu bizzat deneyimledim ve istifa edeceğim gün artık şirketle ilgili hiçbir sorunum kalmamıştı. Ben değişmiştim çünkü. İşten ayrılmasam da olurdu ama benimki bir kurtuluş planı değildi. Adım adım ilerlediğim bir yoldu. Her şeyi halledip emin olarak ayrıldım.

Yıllarca dünyanın en tanınmış şirketlerinden birinde çalışıp bir gün sonra etiket olmadan sadece “Zuhal” olmayı nasıl yaşadınız?

Çok uzun süre kartvizitimle vedalaştım. Metafor olarak söylemiyorum. Masamın üstüne, tam karşıma koyup onunla her gün bakışıyordum. Çünkü öyle bir hale gelmiştim ki bakkalı ararken bile otomatik olarak, “Ben şuradan Zuhal” diyordum. Sadece “Zuhal”in yansımasının nasıl olacağını bilmediğim bir dünyanın içine giriyordum. Dev bir dünya markasının gücünü arkama almadan ne yapacaktım? Ama zamanla güçlü olanın öncelikle marka değil ben olduğumu hatırladım. Bütün kartvizitlerimi çöpe atabildiğim gün istifa ettiğim gündü

Hiç pişmanlık hissettiğiniz oldu mu?

Kimisi üç günde vedalaşır kimisi benim gibi aidiyet duygusu yüksekse, alma verme döngüsünü çok önemsiyorsa çok uzun sürebilir. Ama kendini tanıyıp bunu yaptıktan sonra pişmanlık olmaz. Yaşam Atölyesi bugünkü konumuna gelmeyebilirdi ama ben istifa ettiğime hiç pişman olmayacağımdan eminim. O süreçten sonra yolculuğun her günü harika geçmedi. Maddi manevi çok zorlandığımız günler oldu ama ben bir gün bile pişman olmadım. Bu kararın bedelini satın aldım kendime ve bunun için düşündüm.

 

Sonraki soruma geçmeden önce “beyaz yakalı” ne demek, onu bir hatırlayalım istiyorum.

En yalın tabiri ile üniversiteyi bitirdikten sonra bir kurumda çalışan, giriş pozisyonundan altın yakaya kadar giden kademede uzmandan müdüre, direktörden müdür yardımcısına kadar olan pozisyonlarda bulunan, bankalardan şirketlere tüm kurumlardaki ofis çalışanları…

Özellikle beyaz yakalılar arasında güneye gitme, yoga eğitmeni olma, kafe açma gibi hayaller daha fazla sanki. Mutlu bir beyaz yakalı olunamaz mı? Gitmek şart mı?

Ben buna kötü uygulanan kişisel gelişimin sebep olduğunu düşünüyorum. Sanal sorunlar yaratılmaya başlanıyor. Bir şeyin ilacının olması için bir sorun olması lazım. Bu bir sektör artık. Bir insanın hayatında yaşayacağı günlük sorunlardan böyle konular türetiliyor ve ardından çareleri üretiliyor. Bunları duyan, okuyan, eğitimlere katılan insanlar hayatlarına geçiremeyince daha da mutsuz oluyorlar. Dayatılan kişisel gelişim furyasının insanlara müthiş zararı olduğunu düşünüyorum. Psikolojik sorunlara varana kadar…

Evet, insanız. Doğamızda sabah sekizde kart basıp akşama kadar işin olmasa bile o masanın başında oturmak zorunda olmak yok. Tabii ki insan psikolojisinde yerini pat diye bulan şeyler değil iş hayatının zorunlulukları. Ama yönetilebilir veya yapmak istenmiyorsa başka çözümler üretilebilir. Tabii o zaman da alınan büyük evin borcu, artan tüketimler, başka türlü biri gibi görünmek için harcanan paralar oradan çıkmaya izin vermiyor.

Sistem çalışanı borçlu tutmaya çalışıyor adeta…

Evet. Birazcık bu çemberin dışına çıkıp sistemin nasıl döndüğünü anlayınca kendi direksiyonunun başına oturabiliyorsun.

O zaman yaptığımız işe bakış açımız da değişebilir.

Bu iş benim için ne zaman araçtan amaca dönüştü? Bana burada ne yapılırsa yapılsın neden çıkamaz hale geldim? Hangi hareketlerim beni buraya bağladı? Bu soruların cevaplarını fark etmek önemli. Bunlara bakıp elimine ettikçe bile özgürleşiyorsun. Seni taciz edeni şikayet edebilir, deşifre edebilir, mobbing uygulayanı sistemli şekilde ortaya çıkaracak planları hazırlayabilirsin. Ama bunları ancak kendinin farkındaysan, kendi direksiyonundaysan yapabilirsin. Ama sadece ay başında alacağın parayı, ödeyeceğin taksidi düşünerek gidiyorsan işe, olmuyor

CUMA AKŞAMI FİRAR EDİP PAZARTESİ TESLİM Mİ OLUYORSUN?

Başarı nedir sizce?

Etiket başarı; okuyorsan, iyi bir işte çalışıyorsan ve belli bir standart sağlıyorsan başarılısın. Diğer yandan her sabah kalktığında hayat amacınla ilgili bir şey daha yapma konusunda motive bir insansan, kendinin dışında başka bir insan için daha fark yaratmak, değer yaratmak, maddi ya da manevi yardımda bulunmak istiyorsan, bu kozmik enerjiyi soluyan bir insan olarak bir varlık hissedip bunun diyetini ödemek istiyorsan gerçekten başarılısın.

Çünkü her ikisinin toplamı 30-40 yaşlarından sonra sana fatura olarak geliyor. Hangisini eksik bıraktıysan ondan dolayı da mutsuz oluyorsun. Eksik kalanlardan maddi kısmını tamamlayabiliyorsun belki ama diğer tarafı eksik bıraktıysan çölleşmeye, duyarsızlaşmaya başlıyorsun. Dışarıda deprem olurken sen içerde kendinle ilgilenir halde oluyorsun.

Gerçek manada deprem mi?

Evet ben bunu fiilen yaşadım. Gerçekten deprem oluyordu, insanlar kaçışıyordu ama orada yapacağı bir sonraki toplantıda söyleyeceklerini düşünen insanı gördüm. Dayatılan bu dünyanın altında bunları fark ederek zihinsel olarak her gün kendini diri tutmak kolay değil belki ama hep sonuca bakmak lazım. Bugün niye mutsuzum? Bütün günü yaşadım, niye böyle hissediyorum, eksik kalan neydi?

Bir sorun, tartışma, uygulanan bir tavır olmamasına rağmen ertesi sabah uyanmakla ilgili içimde bir motivasyon yoksa bu nereden geliyor? Bunları sormaya başlamak lazım. Cevabı mutlaka bulunur. Kendim bulamıyorsam destek alabilirim. Danışmanlardan büyük büyük destekler almaya da gerek yok. Beni en iyi tanıyan lise arkadaşımdan, aileden birinden fikir alabilirim. Ama bu fikri alırken de başkalarının sorunlarını üstüme giymemeliyim. Yani moralimi bozacak sohbetlerin değil, üreten ve çözüm bulan diyalogların içinde olmak…

İş kavramı size ne ifade ediyor?

İş ve özel hayat diye bir ayrım yok bence. Ama bunu hayatı iş olmuş bir kadının kendini savunma mekanizması olarak söylemiyorum. İş ve özel hayat diye ayırdığım zaman cuma akşamı firar ediyorum, pazartesi sabah teslim oluyorum. Kartı basıyorum ve beni bağlayın diye zincirimi veriyorum. Bunun yerine hafta sonu bir makale okuduğumda “Ben bunu şu toplantıda kullanırım” diye heyecanlanıp not alıyorsam hayat daha tatlı gidiyor.

Şunu çok net biliyorum, gördüm yaşadım; hafta sonu insan kaynakları ekini görmeye dayanamayan, panikatak geçiren insanlar var. Böyle bir hayat ömrü kısaltır. Böyle ayırmadan yönetmek insanın önce kendisine faydalı. Gece kalkıp e-postaları yanıtlamaktan falan bahsetmiyorum. Çizgini koyduğun yeri açık şekilde belirt ama onun dışına taşman gereken zamanlarda dünyanın sonu gelmiş gibi davranma.

Ve son bir soru… Sizce kadınlar iş hayatında erilleşti mi?

Erilleşen, birlikte çalıştığı kadını anlamamaya başlayan bir kesim mutlaka var. Ama dişil enerjiyi taşıyan erkek de var. “Çalışmaya başladı, eline para geçince de erkekleşti” diye yorumlanmasını haksız buluyorum. Hayat değişiyor, dinamikler değişiyor. Ben bir yandan kadının ekonomik özgürlükle daha önce hiç olmadığı kadar cinselliğini de yaşayan, özgürlüğü hayatın içine entegre eden tarafının olduğunu da düşünüyorum.

Oranlamaya bakarsanız erilleşen kadın o yüzdede çok daha düşük. Daha fazla kendine bakan, kendini ifade eden, sosyal hayatın içinde olan, boşanma kararı verebilen bir kadın olmak eril olmak değil. Dişi olarak da yapabiliyor bunu kadın. Erkeklerin işine geliyor böyle görmek bence.

Yorum Ekle