Röportaj

Dostumuz da düşmanımız da biziz

Dostumuz da düşmanımız da biziz

Yıllardır verdiği Yaşama Sanatı seminerlerini bir sahne gösterisine dönüştüren tiyatro sanatçısı Betül Arım, kendimize vereceğimiz en büyük armağanın kendimizi bilmek, tanımak ve var etmek olduğunu kendi hayat hikayesinden örneklerle anlatıyor.

YAPRAK ÇETİNKAYA

Betül Arım

Betül Arım

Geçen mart ayında gerçekleştirilen Mutluluk Festivali’nin son günü sadece bir seminer için vakit ayırabildim ve konuşmacının kim olduğuna bakmadan büyük salona girdim. Birkaç dakika sonra sahneye tiyatro sanatçısı Betül Arım çıktı ve müthiş bir enerji ile yaşama sanatını anlatmaya başladı. O kadar akıcı, eğlenceli anlatıyordu ki yaklaşık 45 dakika soluksuz izledik. O sırada öğrendim ki Betül Arım, kişisel deneyimlerini kendini keşfetme yolculuğunda edindiği bilgilerle harmanlamış ve bir oyun sahnelemeye başlamış: “Dışarıda Hiçbir Şey Var”.

O ana kadar duymamış olmama hayıflanarak hemen eşimi aradım ve en yakın tarihli oyuna bilet almasını rica ettim. İki hafta sonra ailecek salondaydık. Çıkışta 14 yaşındaki kızıma, “Hafta içi senin için yorucu oldu biliyorum ama bilinçaltının gücünü bu yaşta öğrendiğin için ileride teşekkür edeceksin” dedim. “Şimdiden teşekkür ediyorum” cevabını alınca değmeyin keyfime!

Betül Arım’ın oyununu bu kadar etkileyici kılan yaşamadığı hiçbir şeyi anlatmıyor oluşu… Bunu kendisi ile yaşadığımız bir aksilik sonucunda bir kez daha kanıtladı aslında… Yaptığımız ilk röportajdan sonra ses kayıt cihazım kişisel tarihimde ilk defa arıza yapınca kendisini tekrar aramam gerekti. Karşımdaki kadının sahici olduğunu bildiğimden içim rahattı. Durumu çekinmeden anlattım. Birazdan okuyacağınız röportajda dediği gibi hemen “çözüm”e odaklandı. Yoğun temposunun içinde ne yaptı ne etti ve Ankara uçağına binmeden birkaç saat önce benimle tekrar buluştu. İşte karşınızda bu sefer başarıyla kayda geçen röportajımız…

Dışarıda “hiçbir şey” olduğunu ilk ne zaman fark ettiniz?

Anda yaşayan bir insan olduğum için tam zamanını bilemiyorum tabii. Ama hem kendi deneyimlerim hem başkalarının deneyimleri hem de benim deneyimlerimden sonra çevrenin tepkileri bana bu farkındalığı getirdi. Biz “el alem ne der” toplumuyuz ama aslında gördüm ki gerçekten dışarıda hiçbir şey var ve dışarısı bana çözüm getiremiyor. Yaklaşık 20 yıl önce bunu fark edince kendime dönmeye başladım ve tam bir senemi de çalışarak ve bana öğretilenleri sorgulayarak geçirdim.

Kendim olma yolunda ilerlemek içindi bu çabam çünkü beynim ve bedenim bazı şeylere isyan ediyordu. “Kadın şöyle olmalı, erkek böyle olmalı, evli kadın şunları yapmalı, böyle oturulup şöyle kalkılmalı” gibi daha birçok kodlama benim fikirlerim değildi ve birçoğuna katılmıyordum. Binlerce yıl önce birileri bir şeyler söylemiş; bazen töre olmuş, bazen gelenek olmuş, bazen görenek olmuş. Ama ben öyle düşünmüyordum. Kendim olma yolculuğunda hepsini keşfedip gerçekten bende olanları bulup, bu oyunu sahnelemeye giden yola ilerledim.

Deneyimlediklerinizi, öğrendiklerinizi bir tiyatro oyununa dönüştürme ilhamı nasıl geldi?

Yıllardır şirketlerde, üniversitelerde, kişisel gelişim merkezlerinde “Yaşama Sanatı” seminerleri veriyordum. Hala da devam ediyorum. O seminerlere gelen katılımcılar, “Ah! Keşke annem de izleyebilse,” “Ah! Çocuğumun da izlemesini isterdim” gibi yorumlar yapıyordu. Üç sene önce seminerime katılan bir hanım mağazada beni çevirdi, “Bakın Betül hanım, ben artık gülüyorum” dedi. Meğer bir seminere katılmış o da. Mesajlar yazanlar, “Hayatım değişti” diyenler oldu. Zamanla dedim ki bu bilgiyi daha büyük kitlelere ulaştırmalıyım ve ben bir oyuncuyum. Böylece oyun fikri doğdu. Aslında geç bile kaldım. Oyunun etkisi ise inanılmaz oldu. En önemlisi de her yaştan insan geldi.

Nasıl geribildirimler alıyorsunuz?

Birinci oyuna gelen 17 yaşında bir kızımız sonrasında beş sayfalık bir mektup yazdı ve oyunun bakış açısını nasıl değiştirdiğini, artık negatif düşünce kalıplarını bırakacağını, gülmeye ve ailesini daha iyi anlamaya başladığı anlattı. Yine o ilk oyuna gelen tüm arkadaşlarım ikinci oyuna 10 yaş ve üzerindeki çocuklarını getirdiler. Üçüncü oyuna Down Sendromu Derneği’ni destekleyenler geldi. Ardından derneğin başkanı hanımefendi arkadaşlarına armağan etmeye başladı oyunu. İnsanlar birbirlerine, çocuklar ailelerine, aileler çocuklarına oyunu hediye ediyorlar. Yeri gelmişken altını çizmek isterim; bu olağan üstü bir fikir! Sadece benim oyunum için değil.. Özel günlerde insanlar birbirlerine ya da şirketler çalışanlarına birtakım hediyeler alacaklarına tiyatro, konser bileti alsınlar. Sanat insanın hem ruhunu hem beynini doyuruyor. Kendisi ile yüzleşmesini ve tanışmasını sağlıyor.

Kaçıncı oyundasınız şimdi?

İlk oyunu 2017 Mart’ında sahneledik. Artık sezon sonuydu, dört oyun oynadık. 2018’de hızlandık ve şu ana kadar yaklaşık 40 oyun oynadık. Sonsuza kadar da hem yurt içinde hem de yurt dışında her yerde oynamayı planlıyorum. İlk oyun ile son oyun çok farklı tabii. Minik minik eklemeler yapıyorum. “Dışarıda Hiçbir Şey Var” benim hayalimdi. Sevgili yönetmenim ve aynı zamanda oyuncu olan Ahmet Ayaz Yılmaz ve ardından yine tiyatro oyunculuğunun yanı sıra sahne ve video tasarımımızı yapan Onur Duru bu hayale katıldı. Ses ve efektler de yine bir tiyatrocu olan Cem Okyay’a ait. Genç isimlerle çalışıyorum ama tabii ki en genç benim.

Oyunda kendi deneyimlerinizi açıklıkla paylaşıyorsunuz. Bazı negatif deneyimlerinizin aslında çıkış noktalarınızı olduğunu ne zaman fark ettiniz?

12 yaşındayken baba baskısı ve haksız yere yediğim bir dayak sonucunda yarım paket fare zehri içip intihar girişiminde bulundum. Ama fare zehrinin bile malzemesinden çaldıkları için bugün burada konuşabiliyoruz. Bu deneyimi oyunda anlatıyorum. Aslında ben bu olayın travmasını da yaşayabilirdim. Bir müddet de yaşadım zaten. Belki de hayatımdaki bazı yerlerde etkisi olmuştur.

Fakat intihar girişiminden sonra bir çocuk romanı klasiği olan Pollyanna’yı okudum. Bana müthiş olumlu bir etkisi oldu. Olaylara farklı bakmayı öğrendim. Pollyanna salak değil, her şeye iyi tarafından bakıyor ama bunu öyle bakmayı seçtiği için yapıyor. Ben de oyunda söylüyorum; biz insanız ve her duygu bizim için. Her duyguyu yaşayacağız ama beslemeyeceğiz. Kendi adıma acıyı, hüznü, kederi yaşıyorum; coşkuyu, neşeyi, hazzı besliyorum.

Olumsuz hallerle, duygularla nasıl başa çıkıyorsunuz?

Bir kere “ah-vah”larla uğraşmıyorum, çözümlerle uğraşıyorum. Şunu anladım ki “ah-vah”larla uğraşınca hasta oluyorsunuz. Çünkü o zaman stres altındayken salgılanan adrenalin, kortizol gibi hormonlar gereğinden fazla devreye giriyor. Bir de iyilik hali yaratan hormonlar var; serotonin, endorfin gibi… Biz hangisini üretirsek onu yaşamaya başlıyoruz.

Bunun herhangi bir inançla ilgisi yok, bu tamamen bilimsel bir bilgi. Bana doğa çok iyi geliyor. Böyle durumlarda mutlaka doğaya giderim. Hemen ayağımı toprağa basarım, müthiş şifacılar olan ağaçlara sarılırım. Sonra egzersizimi yaparım. İnsanın hemen havası değişiyor. Ya da bir dostla buluşurum, kitap okurum, müzik dinlerim, film izlerim. Bu dünyada yapacak o kadar çok şey var ki… Ama bunları yapmak yerine “ah-vah”larla uğraşmayı seçenler var.

O zaman da “ah-vah”ların nedenleri artıyor değil mi?

Yüzde 90-yüzde 10 örneğini vereyim size. Başımıza gelenlerin yüzde 90’ı iyi ve olumlu, yüzde 10’u kötü ve olumsuzdur. Aslında bana sorarsanız ne olumsuz ne kötü var; sadece deneyim var. Bu dünya bir oyun alanı, biz buraya oyun oynamaya, hayatı deneyimlemeye geldik. Bugün onu deneyimleriz, yarın öbürünü… Shakespeare diyor ki “İyi ya da kötü yoktur, düşünce onu öyle yapar.”

Yüzde 90’ımızın içinde neler var? Sabah kalktım. Aaa, kolaylıkla nefes alabiliyorum! Alamayanlar var. Bu onların yüzde 1’i. Sonra kafamı kaldırıp bakıyorum, tepemde dam var. Demek ki bir evim var. Sonra bir de gözlerim görüyor. Ama bunlara sahip olmayanlar var. Diyelim ki benim de işim ya da sevgilim yok. O da benim yüzde1’im. Bütün bunları toplayınca yüzde 90-yüzde 10 denklemi çıkıyor ortaya. Ama biz ne yapıyoruz? Özellikle bizim toplumda o yüzde 90’a arkamızı dönüp yüzde 10’un içinde debeleniyoruz: “Aaah, neden ben?” Kötü şeyler bizim için de iyi şeyler komşular için mi? Bu dünyada her şey hepimiz için. Oysaki dönüp arkasına, o yüzde 90’a baksa, yüzde 10’u da çözebilecek. Ama bakmadığı ve yüzde 10’a takılıp kaldığı için çözmesi çok zor oluyor.

Hatta belki yüzde 10’u büyütmeye başlıyor…

Aynen.. Sağlığını yitiriyor bir kere. Hormonların işleyişini, beynin işleyişini, bedenin sistemini fark etsek kolaylaşacak işimiz. Oyunda soruyorum, “Bedeniyle, organlarıyla kaç kişi konuşuyor?” diye. Ben her gün konuşuyorum onlarla. Teşekkür ediyorum, özür diliyorum. “Sizi yorduysam, üzdüysem beni affedin” diyorum.

Bu iletişimin işe yaradığını deneyimlediniz mi?

Kesinlikle… Kesinlikle… Bacağım kırıldı, bilinen şekilde platin taktırmadan, “nine alçısı” ile geçirdim. Her gün bir arkadaşım Reiki enerjisi verdi. Ben de her gün onunla konuştum, onu sevdim, özür diledim. “Bana bu hatırlatmayı yaptığın için teşekkür ederim” dedim. En önemlisi de bunların hepsine, bacağımın kolaylıkla iyileşeceğine inandım.

Bacağınız size ne hatırlattı?

Çok yoğun bir dönemimdi. Bana, “Bak Betülcüğüm, biraz otur, kırılıyorum” dedi. Ben dinlemedim, şunu da halledeyim tamam diye yaşamaya devam ettim ve sonunda kırıldı. Gene de çok fazla oturmadım. 31 gün alçılı kaldı ama ben 10 gün sonra televizyonda sunduğum canlı yayın programına başladım.

Zaten her olayda, iyi ya da kötü dediğimiz her olayda şunu sorarım, “Niye başıma bu geldi? Bu olay bana ne anlattı? Ben bundan ne öğrendim?” Bütün olaylar bize bir şey anlatmak istiyor ve biz anlamadığımız zaman bunun iki mislini, üç mislini yaşıyoruz. Anlasak ilk seferde bitecek konu. Aynı dönemde bilinçaltımı kandırarak oturduğum yerde 2,5 kilo verdim.

Nasıl kandırdınız?

Bilinçaltı bizim gönüllü hizmetlimiz. Ne dersek ona inanıyor, hiçbir şeyi sorgulamıyor, her şeyi emir kabul ediyor, espriden de anlamıyor. Mesela gülünce mutluluk hormonu salgılıyoruz. Güler gibi yaptığımızda da salgılıyoruz. Bilinçaltı sorgulamadan, “Ver mutluluk hormonunu” diyor. Bu o kadar önemli bir bilgi ki…

Ayağımın kırık olduğu dönemde yattığım yerde hayalen egzersiz yapıp 2,5 kilo verdim. Ama egzersizi tam süresi ile, gerçek gibi hayal gederek yaptım. Bilinçaltının bu sistemi bir deney ile ispatlandı. Bir sporcu grubunu ikiye ayırmışlar. İlk grup normal antrenmanını yaparken diğer grup hayali antrenman yapmış. Sonuçlar değerlendirildiğinde ilk grubun kasları yüze 24, ikinci grubun kasları ise yüzde 23 çalışıyor olarak çıkmış. Bu bilimsel sonuçları bilince zaten kişisel gelişim diye küçümsenen bilgilerin aslında kendimizin farkına varmak için bir yol haritası olduğunu anlıyor insan.

Kişisel gelişimin, insanın kendine dönmesinin yolu nedir sizce?

Herkesin yolu farklı… Hiçbir konuda tek bir yol yok zaten. Çok çeşitli disiplinler var. “Bu kişisel gelişim kitapları da hep aynı şeyi anlatıyor” derler. Eğer okuyan kişi oradan besleniyorsa, okuduğu ona iyi geliyorsa, bir açılım yapıyorsa o kitap iyi ki vardır. Kimi dua eder, kimi namaz kılar, kimi meditasyon yapar, kimi doğa ile bütünleşir, kimi sosyal projelerde yer alır. Herkes bir şekilde bir yerden beslenip kendini fark edebilir.

“Pozitif Betül” derlermiş size. Hep mi böyleydiniz?

Çok uzun süredir evet. Gerçekten Pollyanna ile başladı. Çok paylaşımcıydım. Bir şey elimden geliyorsa yapmaya çalışırım. Konu ne olursa olsun. Sokakta çöp toplamak da olabilir bu, başka bir şey de. Ve hiç oturmam hiç de üşenmen. Ama gerçekten üşenmem. Şimdi bana “Bir saat yürüyüp bir şey alıp geleceğiz” deseniz kalkar gelirim.

Bu yaklaşımlarınızı eleştirenler de oldu mu başlangıçta?

Olmaz mı? Deli dediler, çılgın dediler, boş işlerle uğraşıyorsun dediler. Ama şimdi “Betül bize de öğret” diye geliyorlar.

Annesiniz, iki çocuğunuz var. Çocukların daha farkındalıklı bireyler olmasında yetişkinlerin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, Mehmet Ali (Alabora) 40 oldu, Melissa (Karagöz) 25 yaşında. Çocuklar donmamış beton gibidir, üzerine ne düşerse iz bırakır.

Çocukların yaşam senaryolarını düşüncelerimiz, söylediklerimiz ve davranışlarımızla bizler yazıyoruz. Ben de diyorum ki “Senaryonuzun zevkle okunmasını mı yoksa berbat bir senaryo diye kenara fırlatılıp atılmasını mı istersiniz?” Zevkle okunmasını istiyorsak çok basit ama çok etkili sözcükler kullanmalıyız.

Sana inanıyorum. Sana güveniyorum.Seni seviyorum.Sen değerlisin. Eğer istersen ve emek verirsen her şeyi başarabilirsin. Oku. Merak et. Araştır. Dene, yanıl, bir daha dene, düş kalk. Hayal kur. İcat çıkar.

Çocuklarımızın el kitabına; yaratılmış olan her şeyle, çiçekle, kuşla böcekle insanla taşla toprakla akraba olduğumuzu ve hepimizin arasında görünmez iplikler olduğunu ve bunları görmeye çalışmamız gerektiğini, dedikodunun insanın ruhunu yaraladığını hayatını kararttığını, cinselliklerini keşfetmelerini, zamanı gelince onu korkuyla değil, sevgi ve aşkla yaşamalarını, olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu olduğunu yazıp, en başına da “sevgi, adalet, özgürlük” yazdıktan sonra yanına da Küçük Prens, Martı, Çıtır Çıtır Felsefe, Dört Anlaşma (Don Miguel Ruiz), Ustaca Sevmek (Don Miguel Ruiz) ve Bilinçaltı Zihninizin Gücü (C. James Jensen) kitaplarını verip gerisini kendilerinin yazmasına izin verelim. Anita Rodrig’in bir sözü ile şimdilik son noktayı koyabiliriz: “Bir fark yaratmak için çok küçük olduğunu düşünüyorsan bir sivrisinek ile hiç yatağa girmemişsin demektir.

Sevgi kelimesini çok kullanıyoruz ama tam anlıyor muyuz emin değilim. Sizin sevgi tanımınız nedir?

Evrendeki en kuvvetli enerji düşünce. En kuvvetli düşünce de sevgi… Ama sevginin bir gerçeği bir de gerçek sandığımız hali var. Gerçek sevgi sahiplenmiyor, kısıtlamıyor, yargılamıyor. Sadece anlamaya çalışıyor. Yıkma gücünden yoksun, sadece yaratmayı biliyor. Ama pek çoğumuzun sevgi adına yaşadığı aslında kocaman bir ego. O da sahipleniyor, kıskanıyor, kısıtlıyor, yargılıyor, vuruyor kırıyor dövüyor ve hatta öldürüyor. Hepimizin düşünmesi gerekir; sevgi böyle bir şey olabilir mi? Buda diyor ki “İçinde sevgi barındıran için bütün dünya bir ailedir.” Yunus ne diyor? “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, sevelim sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz.” Aslında olayın özün bizim tanış olmamamızdan. Ailemizle bile tanışmıyoruz. Anne-baba çocuğunu tanımıyor, çocuk onları tanımıyor. Kardeşler de birbirlerini… Hele son zamanlarda herkes tek başına telefonuyla, bilgisayarıyla…

Tanış olmak size ne ifade ediyor?

Karşındakini gerçek anlamda dinlemek, ilgilenmek. Biz dinlemiyoruz, sadece kendi fikirlerimizi söylüyoruz. Biri bir şey anlatırken, “Ben ona ne söyleyebilirim?” diye düşünüyoruz. Şunu söylersem böyle der falan… Etkin dinleme o kadar önemli ki. Çocuk yetiştirirken de önemli.

2018’in sadeleşme yılı olduğu söyleniyor… Sizin sadeleşme kavramı ile aranız nasıl?

Sadeleşmek çok önemli… Tam anlamıyla becerebildiğimi söyleyemem çünkü bir şeyleri elemek için zamana ihtiyaç var. Bende en fazla olan şey kitaplar ve kostümler. Onları henüz eleyemedim. Altı ay kullanmadığımız her şeyi paylaşmamız lazım. Evlerimizde “kiler” olmamalı. Bu, kıtlık bilinci yaratır. Oysaki bolluk bereket bilincinde olmak her anlamda önemli. Evdeki fazla eşyalar da enerjiyi tıkar, onlardan da arınmak gerekiyor.

Zihni sadeleştirmek de lazım değil mi?

Tabii. Kendimize sessiz zamanlar ayırmak, o zamanlarda birazcık da olsun zihnimizi dinlendirmek, arındırmak gerekiyor. Günde beş dakika bile yeterli olabilir. Bu sırada nefese odaklanın. Bir burun deliğini kapatın, diğerinden beşe kadar sayarak nefes alın, beşe kadar sayarak bekleyin ve yine beşe kadar sayarak nefesi boşaltın. Sonra bunu diğer burun deliği ile yapın. 10 dakika yapmak hasta olmanızı önler, hastalıklarınızın iyileşmesini destekler.

OTURARAK İŞE YARAYAN TEK CANLI TAVUK

Beden-zihin-ruh dengenizi korumak için belli ritüelleriniz olduğunu anlatıyorsunuz. Neler yapıyorsunuz?

Oyunda aslında az anlatıyorum, seminerlerde daha ayrıntılı oluyor. Ritüeller konusunda çok disiplinliyim, herkes buna şaşırıyor. Ben bir subay kızıyım, belki biraz onunla da ilgilidir ama bu daha çok yapıyla ve farkındalıkla ilgili. Bu beden bana emanet ve armağan. Şimdi bizim kültürde emanete hıyanet olmaz. O nedenle ben de beynimi, bedenimi ve ruhumu beslemeye çalışıyorum.

Beynimi beslemek için okuyorum, merak ediyorum, araştırıyorum, çalışıyorum, müzik dinliyorum, hayatın içine karışıyorum. Ruhumu beslemek için sanatın dalları ile ilgileniyorum. Ama bütün bunların içinde bana en iyi gelen birinin gününü aydınlatmak, birinin hayatını kolaylaştırmak, birilerine el uzatmak… Bunlar önce bana iyi geliyor sonra karşımdakine… Yaptığımız her şey önce bize iyi geliyor. Üçüncü olarak da bedenimi beslemek… Mümkün olduğu kadar sağlıklı yiyecekler yiyorum, egzersizi hayatımdan hiç eksik etmiyorum. Sizin egzersizleriniz biraz farklı galiba… Bu beden hareket üzerine yaratılmıştır. Oturarak işe yarayan tek canlı tavukmuş. Egzersizin mutlaka sürekli olması gerekir. Günde 15 dakika mı, her gün 15 dakika… Her sabah kalktığımda önce güne gözümü açabildiğim için şükrederim.

Sonra gerinme hareketlerimi yaparım. Youtube’da uzun zamandır kullanmadığım ama büyünce (!) ilgilenmeyi düşündüğüm bir kanalım var. Orada sabah sporumu anlatıyorum. Bir de “Küçük Ebruli Enerji Kitabı”nın videosu var. Üç çok basit hareket var ki 19 konuya birden iyi geliyor. Yani kendimize ayıracağımız bazen bir dakika, bazen beş dakika hem sağlıklı yaş almamızı sağlıyor hem de hayatımızı güzelleştiriyor. Tüm bunları hem sağlıklı yaş almak hem de çocuklarım için yapıyorum. Çocuklarıma bu dünyada verebileceğim en büyük armağan kendime iyi bakmak. Benimle uğraşmak zorunda kalmasınlar… Kimse kalmasın.

İnsanın doğasında hiç hastalık yokmuş biliyor musun? Doğduğumuz günden sonsuza gidene kadar hiç hastalanmadan yaşayabiliyormuşuz. Bilim bu süreyi 130 sene olarak açıklıyor. Yani sağlıklı olmak normal, hasta olmak anormal… Bazı genlerin dışında. Ama müjde!!! Yaşam biçimimizi, düşünce biçimimizi değiştirdiğimizde genlerimizi bile değiştirebileceğimiz konuşuluyor. Epigenetik bilimi bununla ilgileniyor.

O zaman neden bu kadar çok hasta ve hastalık var?

Bütün hastalıkların kökeni duygu ve düşüncelerin bedene yansıması… Boğazımız ile ilgili hastalıklar ifade etmek istediğimiz ama edemediklerimiz, gurur, değişime direnç. Bel rahatsızlıkları fazlaca başkalarının yükünü yüklenmek, korku ve endişe. Mide rahatsızlıkları hazmedemediğimiz olaylar ve takıntılar… Onun için kinimiz, nefretimiz, korkularımız, kendimize acımamız, sevgisizliğimiz, egzersiz yapmamamız, kendimize bakmamamız… Bu gibi nedenlerle kendimizi şahane bir şekilde hasta ediyoruz, sonra da soruyoruz: “Neden ben?” Ben de diyorum ki? “Neden sen değil?” Yaşamımız yaptığımız tercihlerin bir toplamıdır. Eski düşünce kalıpları ile yeni bir hayat yaratamayız.

Bir de çöp kamyonu hikayesi var, oyunda çok ilgi çeken bir bölüm…

Hayatta her şey bizim için. Önemli olan bizim onlara bakış açımız. Çöp Kamyonu Kanunu’ndaki gibi… Seçim bizim. Bizim değilmiş gibi görünüyor ama gerçekten seçimler bize ait. Fakat bilinçaltımızda inanılmaz kodlamalar var. Bilinçaltı o kadar önemli ki. Buzdağının suyun altındaki kısmı…

Bilinç üstü ile karar verme halimiz yüzde 10 bile değil. Bizi bilinçaltı yönetiyor. Önce bunun bir farkına varalım. Onun için bu konu ile ilgili videolar izlemek, kitaplar okumak, seminerlere gitmek çok önemli. O zaman gerçeği fark ediyorsunuz. Bunun tamamen bünyesel, hormonlarla, duygularla ilgili olduğunu, beden-zihin-ruh bütünlüğünü fark ediyorsunuz. Ondan sonra da farklı düşünmeye, davranmaya ve bunun sonuçlarını görmeye başlayıp şaşırıyorsunuz.

HAYATLA DANS ET!

“Dostumuz da düşmanımız da biziz. Bizi bizden başka engelleyen hiçbir şey yok. Hayatla kavga etmek yerine onunla şarkı söyleyip dans etmeyi seçebiliriz. Bütün hastalıkların kökeni duygu ve düşüncelerimizin bedenimize yansıması… Olumlu duygularımızı beslediğimizde hastalanmıyoruz.”

ANNEM BENİ SEVİYOR!

“Anne arkadaşıyla kahve içiyordur. Çocuk gelir bir şey sorar. “Şimdi olmaz, teyzeyle konuşuyoruz” dersen çocuk ikna olmaz, defalarca tekrar gelir. Ama bu sırada da ‘Annem beni sevmiyor, bana değer vermiyor” kalıpları oluşmaya başlar. Ama anne her şeyi bırakıp çocuğa cevap verse çocuk gider, bir süre daha da kendi kendine oyalanır. O zaman ise şu duygular uyanır: ‘Annem bana değer veriyor, seviliyorum, önemliyim.’ Bu kadar basit bir olay bütün bir yaşamı etkiler. O çocuk sevgi dolu ve özgüvenli olur ve bütün bir toplumu etkiler.”

ÇÖP KAMYONU KANUNU

Kadın taksiye binmiş ve hava alanına gitmek istediğini söylemişti. Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden önlerine çıktı. Şoförü çarpmamak için sert şekilde frene bastı. Taksi kaydı ama diğer arabaya çarpmaktan kıl payı farkla kurtuldu. Siyah arabanın sürücüsü camdan başını çıkarıp bağırmaya ve küfretmeye başladı. Taksi şoförü ise gayet sakin ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı. Kadın bütün bu olanları şokunu yaşarken, taksi şoförünün tavrına daha da şaşırmıştı.

Sordu: “Neden böyle davrandınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastanelik edecekti.” Taksi şoförü gülümsemeye devam ederek: “Çöp Kamyonu Kanunu” dedi. Kadın: “Çöp Kamyonu Kanunu?” diye sordu. Anlamamıştı. Şoför açıkladı: “Pek çok insan, çöp kamyonu gibidir. Her tarafta içleri çöp dolu olarak dolaşırlar; kızgınlığı, öfkeyi ve hayal kırıklığını biriktirirler. Ancak doldukça çöpleri bırakacak bir yere ihtiyaç duyarlar. Bu bazen ben, bazen de siz olabilirsiniz. Kişisel almayın. Sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp işyerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın.”

NEYİ SEÇERSEK ONU YAŞIYORUZ

Bilinçaltı bizim bahçemiz, doğal olarak biz de onun bahçıvanıyız. Bahçeye karpuz ekip de salatalık yetiştiğini hiç görmedim. Bahçemize güller sümbüller yerine niye ayrık otları ekelim ki? Ne diyor Mevlana? “Gül düşünsen gülistanlık, diken düşünürsen dikenlik olursun.” Seçim bizim, neyi seçersek onu yaşıyoruz.

Yorum Ekle