Aşk

Aşk bir nimettir sebeplenene

Aşk bir nimettir sebeplenene

Her bahar olduğu gibi aşk o kadim enerjisiyle zihnimize, bedenimize ve tüm duygularımıza derinlemesine etki ediyor. Aşkın tanımı birbirinden farklı yorumlara maruz, tartışmalara sebep, şiirlere, melodilere ilham olurken kendisi neden bu kadar karmaşık? Bu yazıda aşkın enerjisini daha iyi anlayabilmeye ve anlatabilmeye niyet ettik.

ZÜMRÜT DÖLEN

Yaşadığımız deneyimler doğrultusunda kendimizle ve hayatımızla ilgili kararlarımız ve bunlarla bağlantılı olarak güvende hissettiğimiz veya korku ve endişe duyduğumuz durumlar vardır. Her ne zaman kendimizi sevmemiz ve onaylamamızla ilgili hassas çizgiyi aşar ve o güvensiz alana geçersek, işte o zaman sevgi frekansından uzaklaşmaya başlarız. Her ne zaman bir başkasını kendimizden daha fazla sever, onu yüceltir, dengeden çok uzak bir tutkuyla ona bağlanırsak, işte o halde kendimize haksızlık ederiz. Sonsuz ve sınırsız, yaratıcının makamından bir suret olarak bu dünyaya bedenlenerek gelen ruhumuz çok acımıştır.

Bozulan kimya nedeniyle bu sefer, sürekli tekrar eden ve bizi üzen, acıtan, fena eden duygulara şahitlik etmeye başlarız. Bir türlü anlamlandıramayız. “Ona aşık olmaktan başka ne suçum var?” diye sorarken buluruz kendimizi. Kendimizi daha fazla sevdikçe, başkalarına vermek üzere daha fazla sevgiye sahip oluruz. Bize hiç kimseyi kendimizden daha fazla sevme yetkisi verilmemiş olsa da, aşkı her yaşın kendisine özel anlamıyla, kademe kademe deneyimleriz. Tüm bunlar yaşanırken aslında ne oluyor? Farklı bakış açıları ile aşkın mekaniğini anlamaya çalışalım.

AŞKIN ASTROLOJİSİ

Binlerce yıldır Hindistan’da büyük bir duyarlılıkla saklanmış olan Vedaların (kadim yazmalar) bir parçası olan Vedik astrolojinin esas adı Jyotish’dir. Yani “ışık”. Bu hayattaki deneyimimizi anlamlandırabilmemiz için bize ışık tutan bu kadim bilgilere göre Güneş sistemimizdeki gezegenlerin hayatımızdaki belirli yaş dönemlerini yönettiği düşünülür.

12-32 YAŞ DÖNEMİ

Aşkla ilişkilendirilen Venüs gezegeni 12-32 yaş aralığını yönetir. “Tutkulu Gençlik” denilen bu dönem, ergenliğin ilk hamlesiyle başlayıp kişinin yaşam amacını tanıdığı ve onunla uzlaşacağı ilerleyen yaşlara kadar devam eder. Bu dönemde cinsel yakınlık ve tutkunun deneyimlenmesi ihtiyacı; fiziksel ve duygusal ihtiyaçların tatmini ile yer değiştirir. En önemlisi, bu dönemde kişi yaşama dair uzun vadeli kararlar vermeye başlar. Cinsel olarak nasıl bir tercihte bulunacağı, nasıl bir kariyer için hazırlanacağı gibi konular, zihninde dallanıp budaklanır. Bedenin fiziksel olarak en sağlıklı olduğu bu dönemde dokuz gezegenin altısı olgunlaşır. Yaşamımız boyunca bize etki ettiği düşünülen gezegenler olgunlaştıkça, bizler de o gezegenin temsil ettiği enerjileri idare edebilme kuvvetine sahip oluruz.

Venüs tarafından yönetilen 12-32 yaş grubunda ilk etapta Jüpiter, 16 yaşımızda olgunluğa erişir. Jüpiter’in olgunlaşması bedenin cinsel bir olgunluğa erişmesini temsil eder. Psikolojik olarak değil, sadece biyolojik olgunlaşma gereği, özellikle dişi beden, sağlıklı bir çocuk doğurabilecek potansiyele sahiptir. Bu, yaşamın devam etmeyi arzu etmesi prensibine bağlıdır. Duygusal bir olgunluktan çok uzakta olduğumuz bu yaşta beden, doğada da olduğu gibi fiziksel olgunlaşma öncesinde biyolojik olarak neslin devamı için hazırlanmıştır. Yaşamın anlamını kendi felsefesi ve inanç kalıbıyla kavrayabilecek donanıma sahip olan genç birey, bu olgunlaşmayla birlikte kendisi adına düşünebilmektedir ve anlamlı bir inanç sistemiyle buluşup onu takip edebilecek kapasiteye ulaşmıştır.

21 YAŞTA GÜNEŞ, 24’DE AY OLGUNLAŞIR

21’inci doğum günümüzde Güneş olgunlaşır. Dünya genelinde reşit olarak kabul edildiğimiz bu yaşta kişi hem fiziksel hem de bağımsız bir birey olarak olgunlaşmıştır. 21 yaş itibariyle sorumluluklar ve görevler karşısında kararlı ve sebatlı oluruz. Güneş, Kral ile özdeşleştirilir. Güneş’i olgunlaşan bir birey bu dünyada kendi cennetini yaratabilecek ve onu yönetebilecek kapasiteye erişmiştir. “Kendi hayatımın yetkisi elimde, hayatım benden sorulur” demektedir.

24 yaşımızda Ay olgunlaşır. Ay’ın olgunlaşma dönemi oldukça kişiye özeldir. Kişi bir taraftan duygusal olarak olgunlaşırken, diğer taraftan da yaşama dair tutumu ve bakış açısı hakkındaki farkındalığı gelişir. Genel olarak değerlendirirsek Ay’ın olgunlaşması hayatımız hakkında ne hissettiğimizle ilgilidir. Yaşamımızda olan veya olmayan şeylerle ilgili gerçekten nasıl hissediyoruz, bunu anlamlandırırız. Kişi ya hayatıyla ilgili memnun olduğu veya olmadığı konularla uzlaşır ya da kendini daha iyi hissedeceği durumlara doğru ilerler, kendini geliştirerek duruma adapte olur.

25 YAŞTA VENÜS ETKİSİ

Venüs’ün yönettiği bu dönemde, Venüs’ün kendisi 25 yaşında olgunluğa erişir. Bir yıl arayla olgunlaşan Ay ve Venüs, birbiriyle oldukça ilgilidir. Ay olgunlaşarak hayatımızla ve kendimizle ilgili nasıl hissettiğimizi anlamamıza ışık tutarken, hemen ardından olgunlaşan Venüs ise potansiyelimizi gerçekleştirerek hayatımızdan alacağımız tatmin ve doyumla ilgili olarak, bizi seçimler yapmaya yöneltir. Tatmin yolunda aşk, bu seçimlerden bir tanesidir. Özellikle romantik bir eşe dair kişisel arzularımızı tam olarak neyin tatmin edeceğini bilip, ayırt etme kabiliyetimiz olgunlaşır. Bu olgunlaşma, konu hakkında ilk defa fikrimizin açıklığa kavuşmasıyla ilgili olup, onu bu yaşta gerçekleştireceğimiz anlamına gelmeyebilir.

Vedik astrolojide, Venüs erkekler için karısını, Jüpiter kadınlar için kocasını temsil eder. 25 yaşında Venüs olgunlaştığında, kişi evliliğinde onu neyin mutlu edeceği konusunda fikir sahibi olmuştur. Kadınlar, erkek figüründen beklentilerini Jüpiter’in olgunlaşmasıyla birlikte bilirken erkek, 25 yaş itibariyle bu hayatta onu mutlu edecek kadını hakkında kararını verir.

28 yaşında olgunlaşan Mars ile birlikte kişinin fiziksel ve içsel kuvveti olgunlaşır. En belirgin haliyle kişi kuvvetini ne zaman kullanacağı, nerede ve nasıl mücadele edip savaşacağı konusunda gelişir. Engellerin üstesinden gelebilmeye, strateji uygulamaya başladığımız bu yaşta rekabetçi kuvvetimiz en yüksek kapasitesine ulaşmıştır. Kendimizi güvende ve iyi hissetme yolunda istediklerimizi ve ihtiyaç duyduklarımızı elde etmek üzere olayları yorumlar ve çözüme doğru taktikler geliştiririz. Mars, bir şeyi elde etmek için irademizle odaklanma kuvveti veren güçlü karakter anlamını da taşır.

Bu yaşta kişi, irade gücünü kullanarak problemlerin üstesinden gelerek ve çözüme ulaşma yolunda hayatın gerçekleri içerisinde mücadele ederek olgunlaşır.
32 yaşında Merkür’ün olgunlaşmasıyla rasyonel düşünme kapasitemiz becerisini ortaya döker. Bu yaşımıza kadar edindiğimiz ve kullandığımız yeteneklerimizden hangilerinin bizim için daha önemli olduğunu fark ederiz. Başarı ve memnuniyet yolunda, bütün olasılıklardan hangisinin bize daha fazla mutluluk ve tamamlanma hissi verdiği konusunda gerçekçi bir yaklaşımla, kendi içimizde bir mutabakata varırız.

AŞKIN YAŞI YOK

Aşk, elbette sadece bu yaşlarda yaşanılan bir duygu değil. 120 yılın standart bir ömür kabul edildiği Vedik astrolojide, 36 yaşında Satürn’ün, 42 yaşında kuzey Ay düğümü Rahu’nun ve 48 yaşında güney Ay düğümü Ketu’nun olgunlaştığı anlatılmaktadır. Hayatımızın ilk bölümünde ancak tüm bu gezegenler olgunlaştıktan sonra kalan hayatımızla ilgili farkındalıklı bir donanıma sahip olur, bu sefer hayatı ve aşkı başka bir pencereden, yaşam amacımızla uyumlu olarak deneyimlemeye başlarız.

Astrolojik danışmanlık alan kişilerin pek rağbet ettiği bir konudur aşk. “Aşkıma karşılık bulabilecek miyim, aşık olduğum kişiyle evlenebilecek miyim?” İlişkiler konusunda yıllarca eğitim veren, astrolojik açıdan on binlerce danışanın hayatına dokunan ve “İlişki Uyumluluk” analiziyle kişinin nasıl bir ilişkiye uygun olduğunu raporlayarak kişilerin sağlıklı bir farkındalıkla şifalanmasına yardımcı olan astrolog, yazar ve eğitmen Ernst Wilhelm’e “Peki, aşk nedir?” diye sorduk.

HANGİ AŞK?

“Aşk her insanın içinde var olan ve bu hayattaki her türlü canlıya aynı saygı ve özenle davranmasını sağlayan bir şeydir. Bu evrenseldir. Tüm yaşamı birbirine bağlayan bir duygudaşlık hali olması nedeniyle, bir başkasını diğerinden üstün tutarak kayırmaz. Birçok insanın aşk diye adlandırdığı şey, büyük miktarlarda biyolojik cinsel arzular ve duygusal ihtiyaç haliyle, küçük bir parça da bu yukarıdaki tanımın birleşiminden oluşmaktadır. Oysaki birlik bilincinden uzakta, taraf tutan ve bölünme yaratan bu duruma gerçek aşk dememiz doğru olmayacaktır.”

DIŞARIDA MI İÇERİDE Mİ?

Farklı yaş dönemlerinde farklı tanımlardaki aşkı deneyimlediğimizi anlıyoruz. Fakat içeride hala bir şeyler eksik. Aşk nedir? Evet, bununla ilgili belirli bir tanıma sahip olabiliyoruz ancak bir tamamlanmamışlık duygusu da var. Tarifsiz bir özlem bizi bizden alıyor. Bu sefer dışarıdan ziyade içimize doğru yaptığımız bir yolculuk için çiziliyor rotamız. Bu hayata nereden geldiğimizi bilemediğimiz gibi son nefesimiz sonrasında da nereye gideceğimizi bilemiyoruz. Bu hayattaki deneyimimiz, öncesi ve sonrasıyla ilgili gerçekliğin ancak sezgisinde olabiliyoruz. Bu mükemmel kainatı ve sistemi, dünyamızı, bedenimizi, toprak anayı yaratan, bu deneyimde olmamıza neden olan matematiğin bir yaratıcısı olmalı diye inanmayı seçiyor sezgiler. Bu bedenlerimizde bir deneyim yaşıyoruz. Bilmediğimiz bir duyguyu deneyimlememiz ve onu anlamlandırmamız mümkün değil. Aşkı hiç tatmamış, bir başkasının gözlerinin içine baka baka aşkından erimemiş, onu koklamamış, onun “Seni seviyorum” deyişini işitmemiş, ona dokunmamış bir insanın da aşka özlem duyması ve bu konuda bilgi ve deneyim sahibi olması mümkün olmazdı diyebiliriz.

LİSAN-I AŞK

Semazenlerin sağ ellerinin göğe, sol ellerinin yere bakmasıyla Hak’tan alıp, halka verilmesi felsefesine benzetebiliriz yaşamın doğasındaki bu dansı. Sema kelimesi evrenle iletişime geçmekle ilişkilendirilir. Bu iletişimin ana fikri Yaratıcı’ya olan aşkın ifade edilişidir. Onun makamından ayrılarak geldiğimiz bu yaşamda duyduğumuz özlem yine O’nadır. Aşkı bu bedende deneyimleme eylemi, O’na olan aşkı bu bedenden hatırlamakla ilgilidir. O halde, O’na olan aşkın iletişiminde kullanılan bir lisanı olmalı.

AŞKIMIZ KABIMIZ KADARDIR

Rifai Dervişi Yunus Emre Öztürk’e aşkı sorduk. Gönlünden akanı kaleme aldı: “Aşk mevzu olunca bir kez daha düşünür olur zihin. Her ne kadar zihin yaşamasa da aşkı o da gayrı değildir bu nimetten. Öyle ya, aşkı yaşayan nedir? Zihin mi, gönül mü? Yoksa Hz. Yunus’un da dediği gibi ‘bir ben var benden içeru’ olan ben mi? Nedir bu aşk, neden vardır?

Her izden her sözden bir eser vardır aşk namına. Her cinsten her histen methiyeler dizilmiştir. Her yoldan her usulden örnekleri mevcuttur. Öyle ya her kişiye özeldir. O zaman bizim de kabımız neyse aşkımız o kadardır, velhasıl yazıya düşen de odur naçizane. Dünyalığa maddece ukbalığa maneviyatla lisanda bulunur aşk. Her ne isen öyle görünür göze. Her ne arar isen öyle sunar kendini edebince. Bize düşen tasavvuf penceresinden bakmak oldu lisan-ı münasiple bakabildiğimiz kadar, cemalini gösterdiği kadar. Tasavvufta destursuz işe başlamak edebe aykırıdır, bu makamın sahibi aşk ise icazet ondan alınır o zaman Destur ya Hz. Aşk!

Tasavvuf Hakk’a sevdalanmanın bir yoludur. Mesele hep sevgi yani muhabbet yani aşka açılan sonsuz yoldur. Bu mesele olmazsa olmaz fakat olması da mahiyeti gereği çetin ve çetrefillidir. Tasavvufta aşk ateş, çile ve illet olarak ele alınmıştır. Ayrıca tasavvufta gerçek bir aşkın tamam olması dünya sahnesinde mümkün değildir çünkü gerçek bir aşkın tamam olması vuslat ile mümkündür. Fakat aşk tamam olana yani fani âlemden bekâ âlemine göçene kadar hasretle, özlemle ve sabırla yaşanır. Bu da Maşuk’un (Allah’ın) istek ve söylemlerine sadece riayet ederek değil, onu tesbih ederek sevgiliye sevgiyi gösterircesine hediyelerle mümkün olur. Hediyenin pahası olmaz, sevgilinin sevdiğini sevmekle, verdiğine her ne olursa olsun eyvallah demekle sevgiliye muhabbet olur. ‘Eyvallah’ vardır dervişin dilinde, sadece tamam demek değildir bu kelam. İçinde muhabbet vardır. Aşk vardır eyvallahta, ‘senden gelen baş üstüne’ demektir. Yine Hz. Yunus’un şiirinde dediği gibi kahrın da hoş lütfun da, diyebilmektir aşk.

Aşık bilir ki Maşuk nazından eyler bunca nümayişi. Yine bilir ki Hâbibine aşkından ‘Ol’ dedi ve halk etti âlemi. Hak aşığı da iyi bilir ki Mâşuk’a aşk tüm dertlere devadır ve alemin yaratılma sebebi, asıl olan gerçek meseledir.
Tasavvufta tüm mertebeler, makamlar aşk ile ölçülür. Aşkı olmayan kişi taşa benzetilir. (Hz. Yunus Emre) Her işten evvel, her münasebetten kutsaldır aşk. Aşk mezheptir, aşk meşreptir, aşk hikmettir. Aşk ışıktır baktığın yeri nurlandırır. O yüzdendir gelen dert, dert görünmez göze. Aşk ummandır, ucu bucağı yoktur. Göz ne görürse o kadardır. Aşk bir nimettir sebeplenebilene. Aşka şekil vermek hudut çizmek ne haddimize. Aşk, Mâşuk’un rengine boyanmak haliyle hallenmektir.” “Her ne isen öyle görünür göze, her ne arar isen öyle sunar kendini edebince” diyor Yunus Emre Öztürk. Demek ki olduğumuz bir hal var ve buna bağlı olarak aşk deneyimimizi bu bedende yaşıyoruz. Bedenimizin ev sahipliği yaptığı ruhumuza ve zihnimize en baştan itibaren kimler etki ediyor acaba?

AŞKIN PSİKOLOJİSİ

Anne rahmine düştüğümüz anda herhangi bir bilgiye sahip olmadığımızı kabul edersek, ilk kalp atışıyla birlikte bu bedende bu dünyaya ait deneyimimiz de başlar, diyebiliriz. Dolayısıyla gözlemlemeye ve kaydetmeye başlarız. Henüz mantık yürütecek bir düşünce yapısına sahip olmayan çocuk, güven duygusuna duyarlı ayna nöronları vasıtasıyla anne-babasından modelleme ve taklit yaparak öğrenmeye başlar. Savunmasız çocuk bu hayatta var olabilmek üzere ebeveynine bağımlıdır. Var olmak ve yaşama tutunmak üzere kodlanmış tüm hücrelerimizin bu dileği, en başta annebabalarımızın yardımıyla gerçekleşmiş olur.

Bu hayatta aşkın ilk deneyimini yaşatır bize ve bilinçaltımıza kararlar kaydolur. “Her kim acı ve eziyet çekiyorsa, bu o kişinin subjektif gerçekliğinin ona acı ve eziyet çektiğini dikte ediyor olmasındandır. Hepimizin kendimiz hakkında iyi ve kötü hissettiğimiz yanlar vardır. Bir taraftan bütün kainata konu olurken diğer taraftan da bazı yönlerimizi sever, bazı yönlerimizden hoşlanmayız. Hayatımızda başımıza gelen, karşımıza çıkan herhangi bir şey, bilinçaltımızla sürdürdüğümüz ilişkinin bize bizi yansıtmasıyla ilgilidir. Eğer kendimiz hakkında kötü hissediyorsak, bize kötü davranarak bizi bu duygumuzla ilgili haklı çıkartacak kişiye aşık olur ve ‘Bütün hayat bana kötü davranıyor’ deriz. Ancak o sırada bay doğru veya bayan güzel kız da tam oradaydı ve sen onu fark etmezsin bile, ondan etkilenmezsin. Çünkü subjektif gerçekliğin, seni acıtacak şekilde davranacak kişiye doğru senin çekilmeni sağlar” diyor Ernst Wilhelm.

Aşk deneyimimizi bilinçaltımızın bu kadar etkilediğinden yola çıkarak, aşkın psikolojisini uzmanına sordum.

 

 

AŞK DEDİĞİN TEK TARAFLIDIR

Geleceğin temsilcisi gençler ve çocuklarla uzun yıllardır çalışan Klinik Psikolog Öznur Koruk deneyimlerine bağlı olarak aşk hakkında görüşünü paylaştı: “Psikolojik açıdan aşka bakıp ne diyebiliriz? Bunun psikolojisi yok. Aşk yürekten gelen bir şey ve kişi bazında bir tanımlaması var. Mesela birisi için aşk, her gün diğerinin yüzünü görebilmek için çaba sarf etmek olabiliyor. Sizin için ise farklılaşabiliyor. Aşk, biraz sado-mazoşist bir ilişki diye düşünüyorum. Yani acı çekip, acının nerede ve ona nasıl odaklanacağını bulabilmek ve bilebilmek. Aşkta tek taraflılığı kabul etmek gerekiyor. Çünkü siz birisine aşık oluyorsunuz. O aşkın karşılığı da sizin beklentiniz kadarıyla olamayabiliyor. Aşk karşılıksız bir duygu durumu. Ancak o iki aşk karşılık bulduğunda sevgiye dönüşüyor ve beraberinde bir birliktelik geliyor. Bu biraz patolojik bir durum. Çok fazla sağduyulu düşünemiyorsunuz. Kalbiniz çırpıyor, acıyı da, heyecanı da inanılmaz doruklarda yaşadığınız bir duygu içindesiniz. Ama karşılığını bulabiliyor musunuz, onu bilmiyorsunuz. Siz sadece narsistik bir şekilde o duygu durumunun içinde yaşıyorsunuz. Bazen de hüsrana uğruyorsunuz. Çünkü o aşk sizin duygu durumunuza karşılık verecek başka bir şey bulamıyor.”

Klinik Psikolog Koruk sözlerini şöyle sürdürüyor: “Süreklilik anlamında da aşk çok hızlı yaşanıyor. Aşkta sınır yok. Ailesel yapımız bir şekilde artılarıyla eksileriyle bizi buraya getiriyor. Birey olarak buna fıtrat, enerji veya karakter deyin, o bilim dalında veya spiritüel olarak konuştuğumuz dilde, biz bir bütünüz. Doğanın bir parçasıyız. Doğadan ne kadar uzaklaşıyorsak o kadar sertleşiyoruz, katılaşıyoruz ve acılaşıyoruz. Bir hiyerarşi değil esasen, sen üstün, ben ayrı, o kötü, bu iyi değil. Birer kum tanesiyiz ve harmanlanıyoruz. Her birey kendine has özel tuğlasıyla, valiziyle geliyor. Biz maalesef onu görmüyoruz, onu silip, üzerine ‘Sen busun’ diyoruz. Oysa o da ‘Ben buyum’ diyor. Tabii ki yaralarıyla, acılarıyla, artılarıyla, eksileriyle diyor bunu. Annemizle ve babamızla büyük bir aşk yaşıyoruz. Özellikle annemizle çünkü o bizi her anlamda besliyor. Eğer baba imajı olumlu olursa, çocuğun annesine duyduğu o aşktan baba imajı, erkek onu o bedenden ayırabiliyorsa ayırabiliyor. Onun ayırma şekline göre de kızabiliyoruz veya kızmıyoruz. İşte o zaman bizim kadın-erkek ilişkimiz de bu andan itibaren bir şekilde şekilleniyor.”

Peki ya insanın kendine duyduğu aşk? Koruk, kendimize olan aşkımızı bulmamızın yıllar aldığını söylüyor. Aşk biraz da narsizm denilen halinde kendini seyrederken suyun içinde kayboluyor. Kaybolmakla kaybolmamak arasında da aşk var. Çünkü aynalanıyoruz. Kendimizi reddedip diğerini oraya koymaya çalıştığımızda ise işler farklı boyuta geliyor. Birdenbire “Bu muydu? E ben neredeyim?” diye soruyoruz. Düşünsel anlamda da keyifli ama o bütünü bulduğumuzda, orada işte nirvanaya eriliyor. Koruk, buna olgunluk yolu, olgunluk evreleri diyor.
Aşkın tanımının kişiye ve her yaşa özel farklı olduğunu, aşık olan taraf olarak “aşk acısı” çekmek ifadesinin boş yere söylenmemiş olduğunu, aşkın Tanrı’ya ve bütüne olan o yüce aşkı anlamlandırabilme yolunda yıllar içinde yavaş yavaş olgunlaştığını, bilinçaltımızın bir planı olduğunu ve bunun doğrultusunda aşkı deneyimlediğimizi anlıyoruz.

HAYATİ 17 SANİYE!

Bu noktaya geldiğimizde, hepimizin duygularına defalarca tercüme olmuş, kitaplarıyla, eğitimleriyle elimizden tutmuş, aşkı ve ilişkileri anlamlandırmamıza katkısı büyük, çoksatan kitapların yazarı Seda Diker, “Aslında Ayrılık da Yoktur” kitabıyla yıllar evvel gerçek aşka giden yolun kapısını aralamıştı bizlere. “Ego öylesine kuvvetlidir ki, onu ortadan kaldırıp kalbimizde var olan ilahi sevgiyi ortaya çıkartmamamız için elinden geleni yapar. Melankoli, melodram, abartılı sahnelerden hoşlanır. İçimizdeki ışığı söndürmeye uğraşır. Oysa bu işin püf noktası, ısrarla ışığa evet demek ve bir daha arkaya bakmadan aynı yolda yürümeye, bizi korkutsa bile devam etmektir” demişti.

Aşkı bu kadar derinden ifade eden Diker’e de bu soruyu bir kez daha sorduk: Aşk nedir? “Aşk çok karmaşık ve güçlü bir duygudur. Bunun içinde özlem de acı da heyecan da coşku da tutku da vardır. Şimdi bütün bu duyguların ve düşüncelerin manyetik alanı var, yani bir enerji üretiyor. Hatta bu ölçülebilen bir enerji, ölçülmüş de. Dolayısıyla bu manyetik alan aslında biz aşık olur olmaz atağa geçiyor ve karşı tarafa akmaya başlıyor. Görünmez bir dünyada her duygu zıt kutuplu olduğu için coşku ve mutluluğun yanı sıra bir de korkularımız devreye giriyor. İşte maalesef bu korkular on yedi saniyeden fazla süre boyunca yayına girerse bedenimizden karşı tarafa iletiliyor ve o andan itibaren aşkımızın, ilişkimizin giriş, gelişme ve sonuç bölümü yazılmış oluyor. Biz sadece bunu oynuyoruz.”

Evet, hepimizin korkuları var. Bununla birlikte güvendiğimiz kuvvetlerimiz de var. Aşkta 17 saniye süremiz olduğu ve manyetik alanın aşk anında atağa geçtiğinin bilgisiyle, değerimizin farkında olur, bedenimize iyi bakar, ona layık olduğu sevgiyi önce kendimiz verirsek, en önemlisi kendimizi sever ve saygı duyarsak, gerçek olana aşk yolunda kendimizi hazırlamış oluruz. Özveri ve disiplinle yaptığımız her işte dengemizi korur ve bizi bir başka maddeye veya kişiye bağımlı tutan o halden uzak olursak, işte o zaman kapımızı çalan aşkı “aşk tatlısı” olarak deneyimleme fırsatımız da var demektir. Yunus Emre Öztürk’ün dediği gibi ışık olan aşk baktığı yeri nurlandırıyorsa, Seda Diker’in ifade ettiği gibi karanlık ışığa boyun eğdiğinde koşulsuz sevgi doğuyorsa, Ernst Wilhelm’in tanımladığı üzere tüm yaşamı birbirine bağlayan bu evrensel lisanı ayrımcılık yapmadan kullanabilirsek Öznur Koruk’un dediği o anlatılmaz aşkı doya doya mazoşistçe yaşayabiliriz. Aşkımızın sevgi dolu ilişkilere izin verdiği deneyimler olması, bizi ışığa kavuşturması için dervişin diliyle “O’ndan gelen aşka ve muhabbete Eyvallah…

ANLATILMAZ YAŞANIR

“Aşkı dört mevsim gibi düşünüyorum. Aşkın karşılığı ancak ekseninizde kaldığınızda, tüm evren anlamında bir bütüne doğru ulaşıyorsunuz. İlkbaharda açıyorsunuz, pıtır pıtırcıksınız, sonra yaz, coşkulusunuz gidiyor ve kayboluyorsunuz. Emeklilik dönemine geldiğinizde içiniz kıpır kıpır da olsa, başka bir bütünle birlikte, başka duygu ve birikimlere sahipsiniz. O aşk artık sizde bir bütünsellik oluşturuyor. Acı değil de başka bir haz ve başka bir duyu, his ya da duygu durumunun bütününe ulaşmış oluyorsunuz. Bu benim çocuklardan aldığım, gençlerden duyduğum, benim naçizane tanımlamam diye düşünüyorum. Çok kişiye özel ve kişinin kişiliğine ve kimliğine göre yaşanan bir duygu durumu diyebiliriz. Aşk anlatılmaz, yaşanır.”

Yorum Ekle