Doğal Yaşam

Çocuklar doğaya dönsün diye…

Şehirleşmenin artmasıyla birlikte çocuklar doğadan, topraktan giderek uzaklaştı. Hayatı boyunca tiyatro sahnesinden çocuklara seslenen Ayşegül Kamacı, onları daha fazla doğayla buluşturabilmek için Türkiye’nin ilk gezgin atölye oluşumunu kurdu. Bu atölyeyle birlikte yaratıcı ahşap, marangozluk, doğa ve ekoloji temelli etkinlikler planlıyor.

Yazı: Deran ÇETİNSARAÇ

“İyi bir yola çıktık, ki paylaştıkça çoğalsın ve doğadan doğaya aksın” diyen İyikido, gezgin bir atölye. Çocukları alıp parklara, ormanlara götürüyorlar ve onların doğayı keşfetmesine imkan yaratıyorlar. Reggio Emilia yaklaşımını benimseyen İyikido’nun kurucusu Ayşegül Kamacı, çocuklarla birlikte keşif yapmaktan büyük keyif aldıklarını söylüyor. Kamacı’nın düzenlediği atölyelerde çocuklar kirleniyor, koşuyor, zıplıyor, toprağa dokunuyor.

Sizi biraz tanıyabilir miyiz?
İstanbullu’yum ve 41 kere maşallah dememe iki ay kaldı. Tiyatro, yaratıcı drama ve halen devam eden hikaye anlatıcılığı eğitimimle öğrenmeye devam ediyorum. Bu bitmeyen bir süreç benim için. Ekonomi de okudum ama hiçbir zaman bu mesleği yapmadım. “Çocuklar için üretmeliyim, oynamalıyım” dediğimde henüz 19 yaşındaydım. Tiyatro beni çocuklara yöneltti ve uzun yıllar hayatım çocuk tiyatrolarında devam etti. Çocuk oyunlarında oynamak beni daha sonraki süreçte oyun yazmak, etkinlik yapmak gibi alanlara da yöneltti. Hatta Afajans isimli şirketi kurarak çocuk tiyatroları organize etmeye başladım. BP Türkiye’nin sosyal sorumluluk projesi olan çocuk tiyatrolarını 2014 Temmuz ayına kadar yürüttüm. 16 yıl boyunca çok fazla yer gezdik, okulları dolaştık, hafta sonu oyunları yaptık. Başlangıçta işin mutfağındaydım yani oyuncu olarak sahnedeydim. Devamında oyun yazımı, prodüksiyon ve ekip koordinasyonuyla devam ettim. İçim gerçekten çok rahat çünkü soyal sorumluluğun hakkını vererek tamamladık bu işi. Bir buçuk milyona yakın çocuğa ulaştık.

cocuklar-dogaya-donsun-diye-2

Anadolu’nun dört bir köşesindeki çocuklara eliniz değdi yani öyle mi?
İl il, bölge bölge gezdiğimiz için Türkiye’nin tablosunu çizebilme imkanım da oldu tabii. Güneydoğu Anadolu’ya gidip, orada oyun sergileyip, bir gün sonra İstanbul’a geldiğimizde aradaki fark daha net bir şekilde ortaya çıkıyordu. Gerçekten gezmek ve görmek lazım. Bu kadar çok yer görmek bize her şehirden, her kesimden, her yaştan çocuğun nabzını tutabilecek kadar fikir verdi. Ne istiyorlar, neye ihtiyaç var, onlar için biz neler yapabiliriz soruları konusunda daha gerçekçi cevaplar elde ettik.

Şehir hayatından uzaklaşmak için iki yıl boyunca Heybeliada’da yaşayan Ayşegül Kamacı, ada vapurunda ailesiyle birlikte.

Sizin gittiğiniz dönemde doğu illerinde çocukların tiyatroya karşı yaklaşımı nasıldı?
Bu konu üzerine çok fazla yorum yapılabilir ama en önemli konu bence oradaki çocukların birileri tarafından düşünüldüklerini hissetmeleriydi. Yani onları düşünen birilerinin olması onlar açısından inanılmaz değerliydi. Nereye gidersek gidelim büyük bir şenlikle karşılandık. Köyün ileri gelenlerinden köy halkına herkes bizi sevinçle evlerine kadar buyur etti. Ki sonuçta yaptığımız bir çocuk tiyatrosuydu. İnsanların kalbine dokunmak, gülümsemek bile yeterli olabiliyor. Çocuklar zaten her ortamda sizinle bağlantı kurabiliyorlar. Bazen Türkçe bilmeyen çocuklar oluyordu ama tiyatro bir iletişim dili olduğu için bunun evrenselliğini kullanarak her çocuğa dokunduk. Hayatında hiç tiyatro izlememiş çok sayıda çocuğa ulaştık.

Sizin çocuğunuz var mı?
İki tane oğlum var; Yunus ve Yaman… 2008 yılında ilk çocuğum Yunus’u dünyaya getirdim. Çocuk projeleri yapıyordum ama hayatıma Yunus girince daha farklı bir açıdan bakmaya başladım. Çocuklar gerçekten çok yaratıcı, aslında onlar bize yol gösteriyor. Doğuştan yaratıcılıkları güçlü olan çocukları kirletmemek gerekiyor. Kendi kafamızdakileri onlara dikte etmemeli ve hayatı akışına bırakmalıyız. Ben de kendi çocuklarımla bu bağlantıyı kurmaya çaba gösteriyorum.

Bu sırada bir rahatsızlık geçirdiğinizi biliyorum…
Evet, meme kanseri oldum. Kendime çok dikkat ediyor olmama rağmen bu hastalık büyük bir şaşkınlık yarattı. Teşhis konduğu zaman Yunus beş buçuk, Yaman ise iki buçuk yaşındaydı. Gerçekten çok küçüktüler.

Kendinizle ilgili ne yapmaya karar verdiniz peki?
Önce kendimle ilgili bir ajanda tutmaya başladım. Herkesin bir iş ajandası vardır ama kendisi için tuttuğu bir ajanda yoktur. Sonuçta işin, çocukların, arkadaşların oluyor ama bir de birey olarak sen varsın. Ajanda tutarak aslında “Ben ne istiyorum”u sormaya başlıyorsun. Elbette notlar alırız hayatta ama sadece size ait, her şeyden arınmış olan siz adına yazılmış tek bir cümle bulamazsınız. Tam o sırada eşimin de yardımıyla Heybeliada’ya taşınmaya karar verdik. Orada yaklaşık iki yıl kaldık. İstanbul’a gidip gelerek hem işimi hem de tedavimi sürdürdüm. Sonuçta işten de kopmak istemiyordum çünkü severek yapıyorum.

Şehir hayatından uzaklaşmak nasıl geldi size?
Aslında her şey, her iş her yerde yürüyebiliyor; sadece bizim kendi içimizde bir telaş var. Sanki bir şeylere yetişemiyoruz duygusu yaratıyor. Ada, ayrı bir dünya. Adada “hayat akıyor ama sen nasıl bunun içinde yavaşlayabilirsin” sorusunun cevabını çok güzel bir şekilde buluyorsunuz. Sizi o cevabı bulmaya yönlendiriyor. Özellikle iki küçük çocuğun yanında kendimi hasta olarak konumlandırmaktansa, başka bir hayatın mümkün olabileceğini düşünerek yaşamayı tercih ettim. Ben tedavilerim için İstanbul’a giderken, çocuklarım adada sokakta oynuyordu. Çok büyük bir rahatlık ve özgürlüktü. Hepimiz mahalle kültürüyle büyüdük, adaya gittiğimiz zaman bu eski ortamı bulmuş oldum. Hem Yunus’a hem de Yaman’a “Kaybolursanız dondurmacıda buluşuruz” derdim. Çocuklara iyi geldiği kadar bana da çok iyi geldi. Gönlümü rahat tutarak hayatın akışına ve hayatın ne getireceğine güvenmeyi diledim.

Her zaman belki beceremedim ama bunun için elimden geleni yaptım. “Tabiat Haklıdır” adlı kitaptan otları, bitkileri ve bunlarla ne yapabileceğimi öğrendim. Bir nevi lokman hekimlik gibi düşünebilirsiniz. Kendi ajandamda yer alan konulara kafayı yorabilmek ve bunları hayatımın içine nasıl dahil edebilirimi keşfetmek çok keyifliydi. Ve gerçekten tedavi nasıl geçti anlamadım. Vapura binip tek başıma kemoterapiye gittim ve adaya döndüm. İki senede bu hastalığı atlatmış oldum.

cocuklar-dogaya-donsun-diye-3

Çocuklarınız hastalığınızı nasıl karşıladı?
Çocuklarım hep yanımdaydı, gizlemedim onlardan yorgunluğumu veya hastalığımı. Saçlarım dökülmeden ada berberine beraberce gittik ve bir güzel tıraş oldum. Sonra el ele çıktık ve ormana doğru yürüdük. Hiç peruk takmadım, kötü hissettiğim zaman da onlardan bu durumu saklamadım. Çok yardım ettiler bana… Zor zamanlardı ancak ilk şoku atlattıktan sonra şunu öğrendim: İlk adım sakin olmak; yavaşlamak gerekiyor. Hani sosyal medya üzerinden de hap reçeteler gelir; “Kendinizi yavaşlatın” diye. Aslında bu tip cümlelere normalde dikkat etmeye çalışıyorsun ama içselleştiremiyorsun; hep kulak arkası ediyorsun. Tabii hastalıkla birlikte “kendim için ne yapabilirim”i ciddi bir şekilde düşünmeye başladım. Sonuçta çocuklarla çalışıyordum, enerjimi onlardan alıyordum ama yine de kirlenmiştim. Bu da bence şehir hayatıyla ilgili bir şey. Şehir hayatı insana bazı şeyleri sürekli erteletiyor, kafamızda düşündüğümüz şeyleri sanki yapmışız gibi hissediyoruz. Oysa ki yapmıyoruz; o sırada hayatı kaçırıyoruz ve zaman geçiyor.

cocuklar-dogaya-donsun-diye-4

Şehir hayatına geri döndünüz mü?
Şehirdeki evimize geri döndük ama artık daha farklı yaşıyordum hayatımı. Zaten döner dönmez ailecek Kaz Dağları’nda bir kampa gittik. Bu kampta İyikido’da birlikte çalıştığım arkadaşım Gizem Sarıbıyık’la tanıştım. Onlar da ailecek doğaya dokunmayı seviyorlar, bu yüzden yaz tatilini böyle bir kampta geçirmeye karar vermişler.

Ayşegül Kamacı, İyikido’nun düzenlediği etkinliklerde çocukların bol bol kirlendiğini ve bundan inanılmaz keyif aldıklarını belirtiyor.

Kampın ismi neydi?
Buraya “Kampa gidelim mi baba?” aracılığıyla gidebiliyorsunuz ve kampın adı da Dedetepe. Tamamen vejetaryen beslenme şekli uygulanıyor yani et yok. Çocuklar da et yemeden bir hafta geçirdi, hiç de aramadılar. Kampa gidenler kendi bulaşıklarını kendileri yıkıyor. Kampın çocuklar için bir kuralı var; elektronik aletlerin kullanılması yasak. Yani kamp alanında elinde iPad’le bir çocuk göremezsiniz. Cep telefonuna da kısıtlı izin veriliyor; ayrı bir alan bulunuyor ve sadece bu alanda cep telefonu veya internet kullanılıyor. Sıkıntı yaşanmıyor çünkü zaten herkes oraya kafasını boşaltmaya gidiyor. Bir hafta bize de çok iyi geldi ama asıl çocuklara inanılmaz yaradı. Kendi potansiyellerini ortaya çıkarttılar. İki kilometreyi zor yürüyen çocuk 15 kilometre yürümeye başladı. Keçi gibi dağlara tırmanıyorlar, ağaç tepelerine çıkıyorlar. Büyük şehirde çocuğu yarım saat zor yürütüyorsunuz, hemen arabasına binmek veya kucağa alınmak istiyor. Oysa ki bu çocukların potansiyelleri var ama açığa çıkartmalarına olanak sağlanmıyor. Çocuklarımıza hiç güvenmiyoruz ve sürekli kontrol etmemiz gerektiğini düşünüyoruz. “Onu elleme, bunu tutma, yürüme, koşma” gibi direktifler veriyoruz. Ancak bir yandan da çocukların sizin hızınıza yetişmesini bekliyorsunuz. Oysa ki çocuk kendi yavaşlığında, kendi sürecinde öğrenebilen bir varlık. Biz buna müsaade etmiyoruz. Sonra beş yaşında pusette oturan çocukla karşılaşıyoruz; bence bu olağanüstü olumsuz bir tablo. Kendi çocuklarım henüz doğmadan önce bu meseleye kafa yordum ve ilgilendim diyebilirim. Önce kendi psikolojime baktım çünkü bu dünyaya bir insan yavrusu getiriyorsanız anne ve baba olarak yüzleşmeniz gereken özellikleriniz mutlaka vardır. Hep çocuklarıma kısıtlı şehir hayatı içerisinde nasıl daha fazla alan açabileceğime kafa yordum. Mümkün olduğunca, kar-kış dinlemeden parklardaydık. Büyük oğlum iki yaşında scooter’a binebiliyordu. Hatta oyun evine giderken biz yürüyorduk, o scooter’ını kullanıyordu. Bir defasında yanımızdan da geçen bir arabadan birinin bağırdığını duydum; “Bu nasıl iş, çocuğa araba çarpacak, söyleyin öyle gitmesin” diye. İşte bu noktada çocuğa güvenmek gerekiyor çünkü arabalara dikkat ederek gidebilecek kapasiteye aslında sahip. İki buçuk yaşında odun kesmeyi de bıçak kullanmayı da öğrenebilirler. İki çocuğumun da eline bıçak verip salatalığı kestirdim, en soğuk havada bile abartı giydirmedim.

“Şehir hayatı insana bazı şeyleri sürekli erteletiyor, düşündüklerimizi sanki yapmışız gibi hissediyoruz. Oysa ki yapmıyoruz; o sırada hayatı kaçırıyoruz ve zaman aslında akıp geçiyor. ”

İyikido’nun temelleri böyle mi atıldı?
Aynen, tam da bu süreçte İyikido’nun temelleri kafamda oturmaya başladı. Kendi ajansımla 2008 yılından itibaren çocuklara sanat atölyeleri zaten yapıyordum. Bu atölyeler sırasında doğayla iç içe çalışmalarımız oluyordu. Ama kafamda şu soru oluştu: Biz doğayla bütünleşik olan projeleri bir kuruma ya da mekana bağlı olmadan, gezici olarak nasıl yapabiliriz? Gezgin olduğunuz zaman her yere gidebiliyorsunuz; bunu tiyatro deneyimim sayesinde çok iyi biliyordum. Dolayısıyla bu hayatın akışı içerisinde Türkiye’nin her yerindeki çocuklar doğanın içerisinde nasıl daha fazla yer alır diye düşünmeye başladım. Gezgin olmak Türkiye şartlarında çok kolay bir şey değil; bizi duyanların ilk sorusu “Neredesiniz?” oluyor. Cevap olarak “Siz bizi nerede istiyorsanız oradayız” deyince şaşırıyorlar. İlla kurumsal bazı kalıplar aranıyor.

İyikido ne demek?
İyi ki doğum, iyi ki doğa demek. Doğumumuzu da kutlamalıyız, hayat çok güzel bir şey ama bir yandan da iyi ki doğa var. Doğa olmasa biz de varlığımızı sürdüremeyiz. Ortağım Gizem’in de benim de okuduğumuz kitaplar, bakış açılarımız aynıydı… Onun da iki kızı var bu arada; Yaz ve Çiçek. Şimdi Levent’te küçük bir üretimhanemiz var. El emeği, göz nuru küçük oyuncaklarımızı, aktivite ürünlerimizi yapıyoruz.

cocuklar-dogaya-donsun-diye-5

Etkinliklerinize dışarıdan bakıldığında bol miktarda tahta eşyalar ve biraz da nostalji görülüyor. Siz neler yapıyorsunuz?
Biz aslında atölyeler yapmak üzere çıktık yola ve Yıldız Parkı’nda “Oyun Arkadaşım Orman” isimli bir etkinlik yaptık. Çocukları, ebeveynleri parka davet ettik ve dedik ki: “Burada oyun var, atölye var, gezi var, doğa var, keşif var.” İlk etkinliğimiz epey ilgi gördü ve biz de çok keyif aldık.

cocuklar-dogaya-donsun-diye-6Ne yaptınız bu etkinlikte?
Önce çocukların birbirleriyle tanışma ve kaynaşma süreci oluyor. Yıldız Parkı içerisinde bir keşif alanımız var. Çocukları geziye çıkartıyoruz, bu gezi sırasında ağaçlara dokunuyorlar. Kağıtlara ağacın dokusunu çıkartabiliyoruz. Bazen bir sincabın bazen de bir böceğin peşinden gidiyoruz. Yani orada kendimizi kaybediyoruz. Hatları belli olmalı ama çok planlı, programlı olsun da istemiyoruz. Çocuklar neyin peşindeyse oradan ilerlemeyi seviyoruz. İyikido, Reggio Emilia yaklaşımını benimsemiş bir marka.

Nedir bu yaklaşımın felsefesi?
Reggio Emilia sistemi şunu söylüyor: Çocuğun merakının peşinden gidelim, onlara sorular soralım sadece. Dikte etmek üzere değil, çocuğu açmak üzere sorular soralım. Kendilerinin keşfetmesine olanak sağlayacak sorular… Çok kolay bir şey değil. Çünkü biz her şeyi biliyoruz. Kafalarımız öyle kodlanmış; bununla mücadele etmek ve susmayı bilmek gerekiyor.
Yani soru sormayı mı bilmiyoruz?
Aynen öyle. Şimdi size iki örnek vereceğim, biri annelerin yaptığı diğeri de Reggio Emilia’nın önerdiği. Birincisi soruyu şu şekilde soruyor: “Aa, bak gördün mü? Salyangozlar yürüyor orada. Salyangozların sümüğü olur, ne ilginç değil mi? Gel inceleyelim.” Bunun çocuğun kafasındaki karşılığı ise “Gel evladım, ben salyangozlar hakkında her şeyi bilirim, sana göstereyim, bunu da senin görmen ve bilmen lazım” oluyor. O zaman çocuk “Burada keşfedecek ne var ki?” diye düşünüyor ve yaklaşmıyor. Yani çocuğa keşfedecek bir alan açmıyorsunuz ki, neyi merak edip de gelsin… Ülkemizdeki yaygın eğitim sistemi de aynen bu şekilde işliyor. İkinci örnekte ise soruyu şu şekilde soruyoruz: “Şunu fark ettin mi? Gel birlikte bakalım.” Çocuk biraz yanaştığında “acaba” içeren bir soru daha soruyorsunuz. İşte o zaman çocuk bir şey keşfedebilir ve hiç duymadığınız bir şey de söyleyebilir. Oysa ki biz anneler her şeyin keşfedildiğini düşünüyoruz.

Çocuklara doğum günleri veya etkinlik düzenleyen firmalardan başka farklarınız var mı?
Biz çocukları doğaya davet ediyoruz, birlikte keşfedelim diyoruz. Bir de etkinliklerimizin içerisinde masal ve hikaye oluyor. Ben aynı zamanda drama eğitmeniyim dolayısıyla doğayla ilgili masallar anlatmayı çok seviyorum. Mesela bir elma ağacının hikayesini anlatıp, birlikte elmaları yiyoruz. Kalan minicik çekirdeklerin tohum olduğunu söylüyoruz. Çıkıp çıkmayacaklarını bilmiyoruz ama yine de toprağa gömüyoruz. Önemli olan çocukların bunu yapması… Bazen dal ve kozalaklar toplayıp kolajlar yaptırabiliyoruz. Her seferinde farklı bir macera oluyor. Bu arada malzemelerimizi kendimiz ürettiğimiz için doğum günleri için de talep aldık. Demek ki öyle bir ihtiyaç varmış dedik, alternatif olduk. Palyaço, pinyata gibi etkinliklere farklı bir renk katmış olduk.

Klasik doğum günlerine karşı mısınız yani?
Aslında iyi ki yeri geldi, bir konudan bahsetmek istiyorum. İyikido olarak çocuklara dayatılmış doğum günlerine karşıyız. Anneler muhteşem bir parti organize etmenin peşinde koştuğu için bu partiler adeta bir düğüne dönüşüyor. Çocuğun egosunu gereksiz yere yükselten ve yükleme yapan bir durum ortaya çıkıyor. Zaten bu tip partilerin yarısından sonra doğum günü çocuğunun ağladığına şahit olmuşsunuzdur. Çünkü bu ağır yükün altında eziliyorlar ve kaldıramıyorlar. Bizce çocuklara şu seçenek sunulmalı; doğum günü bazen iki yakın arkadaşınla kutlanır, bazen sadece ailenle kutlanır ama bazen de tüm sınıf arkadaşlarının olduğu eğlenceli bir şey bir kereliğine yapılabilir. İşte biz o bir kerenin içindeyiz. Daha çok oraya hitap ediyoruz. Ki bu bir kerelik partilerde eşitliği gözetiyoruz, hiçbir çocuğun diğerinden üstün olmadığını hissettiriyoruz; doğum günü çocuğu olsa dahi. Arkadaşlarıyla hem eğleneceği hem de üretebileceği bir etkinliği tasarlıyoruz.

cocuklar-dogaya-donsun-diye-7

Anneler bu durumu yadırgamıyor mu?
Tabii ki yadırgıyorlar ama diğer tarafa hitap eden çok fazla seçenek var; herkes istediğini seçmekte özgür. Elbette ki tek doğru bizimkidir gibi bir ayrımcılıkta değiliz. İnsanların farklı beğenileri olabilir. Bu bir tercih meselesi; bazen böyle talepler geliyor ve “Biz onu yapamayız” diyoruz. Çünkü bildiğimiz bir şey değil. Yani İyikido’dan Elsa temalı bir doğum günü çıkmaz.

“Reggio Emilia prensibi şunu söylüyor: Çocuğun merakının peşinden gidelim, onlara sorular soralım sadece. Dikte etmek üzere değil, çocuğu açmak üzere sorular… Kendilerinin keşfetmesine olanak sağlayacak sorular…”

İyikido etkinliklerinde çocuklar tamamen doğal malzemelerle hem marangozluk yeteneklerini geliştiyor hem de doğayı tanıyor.

Palyaço ya da pinyata yoksa sizin etkinliklerinizde neler oluyor?
Mesela kuş evi yapmak isteyen bir çocuğumuz vardı; hep beraber bir kitap okuduk. Kitaptan sonra oyunlar oynadık ve kuş evleri yaptık. Çocuklar yaptıkları kuş evlerini boyadı ve inanılmaz mutlu oldu. Yine başka bir çocuğumuz arabaları çok seviyordu; bu çocuğu hem arabaları kullanıp hem de İyikido tarzı ne yapabiliriz diye düşündük. Sonra keçeden araba yolları, tahtadan da arabalar yaptık. Yine keçeden ev, ağaç şekilleri keserek her çocuk kendi şehrini yaptı. Sonra arabalarını bu şehirlerin sokaklarında sürdüler, oyun oynadılar. Bize dayatılanın dışında seçenekler aslında çok fazla. Bazen anneler “Ama benim çocuğum şunu istiyor, en sevdiği şey bu” diyerek geliyor. Acaba? Bu noktada iletişim ve doğru soruyu sormak çok önemli. “Bir de şöyle bir şey varmış, bakalım mı?” denilebilir.

“İyikido olarak çocuklara dayatılmış doğum günlerine karşıyız. Anneler muhteşem bir parti organize etmenin peşinde koştuğu için bu partiler adeta bir düğüne dönüşüyor. Çocuğun egosunu gereksiz yere yükselten bir durum ortaya çıkıyor.”

Çocuklar doğaya başka ne şekilde dokunabiliyor?
Kilden, çamurdan heykeller yapıyoruz. Çocuklar bizimleyken çok kirleniyor. Hatta annelere yanlarında yedek kıyafet getirmelerini öneriyoruz. Boya ve kir yapacak malzemeler konusunda çocukların isteklerine sonsuz açığız. Çocuklar toprağı kazıp, sukulent ekip kendi bahçelerini yapabiliyor. Kuzey Ege’den getirdiğimiz hepsi birbirinden farklı dallarımız var, bunları kullanarak kendi karakterlerini tasarlıyorlar. Arada “Öğretmenim doğru yapıyor muyum?” sorusu geliyor ve bu cümle bizi çok üzüyor. Onlara içlerinden geçenin en güzeli olduğunu söylüyoruz. Onaylanma ihtiyacı duyuyorlar ama farklı bir şeyle karşılaşınca da açılıveriyorlar.

cocuklar-dogaya-donsun-diye-8

Peki siz çocuklarınıza karşı bu şekilde davranabiliyor musunuz? Sizin evinizde iPad yok mu mesela?
O kadar steril bir hayat yok, mümkün değil. Bu hayat içerisinde yaşıyorsak her şey bir denge içinde olmalı. Ben kendi adıma bu dengeyi kurmaya gayret ediyorum. Yunus, şu anda yedi yaşında ve gayet de her şeyin farkında. Bu dünyada teknolojinin, oyunların olduğunu biliyor. Dolayısıyla onun oynayacağı zamana birlikte karar veriyoruz. Ben ona oyunlarla ilgili makaleleri, çok yükleme yapmadan tabii, birkaç cümleyle anlatmaya çalışıyorum. Baskı uygulamadan çocuğa açıkladığınız zaman onun gayet iyi anladığını düşünüyorum; iPad veya bilgisayarı mesela cuma günleri okul sonrası bir saat boyunca kullanabiliyor. İsterse oyun oynuyor isterse internette bir şeyleri araştırabiliyor. Yunus’a parayı anlatmak için üç lira verip, Feriköy’deki bit pazarına götürdüm. Bu parayla iki oyuncak alabiliyor. Sonra bir oyuncak mağazasına gittiğinde benzer bir oyuncağın beş katı fiyata satıldığını öğrendiğinde reklamın ne anlama geldiğini keşfetmiş oluyor. Bu iyi-kötü diye yönlendirme yapmıyorum, kendi başına anlamasına olanak sağlayacak ortamları yaratıyorum. Sonuçta her oyuncakçıya gidişimiz benim için de bir problemdi. Üzerine düşünüp bu şekilde ona anlatmanın doğru olacağına karar verdik. Ki şu anda o oyuncakçılarda eskisi gibi bir tepki vermiyor. Yunus, bu arada Reggio Emilia sistemini benimseyen Yeni Okul adında bir okula gidiyor. Yani çocuğa sanatla eğitim veriliyor. Reggio Emilia aslında İtalya’da bir köyün adı. Burada çocukların merakla bir şeylerin peşinden gitmesine olanak sunuluyor. Sanat, müzik, masal var; çocuk herhangi bir şey öğrenecekse bunların hepsinden beslenerek öğrenmesi amaçlanıyor. Ve çocuk kendi hızında öğreniyor. Reggio’da öğretmen yok, öğrenen var. Yani orada çocukla birlikte öğretmenler de öğreniyor. Sürekli bahçedeler; zil yok, ödev sistemi yok. Günümüzde artık proje çocuklar var; hayatı okula attığı ilk adımdan itibaren çiziliyor. Şu kadar dil bilsin, şu kadar soru çözsün. Sonuçta bu da bir tercih meselesi, biz çocuğumuzun proje çocuk olmasını istemedik.

“Çocuk, anne-babasını izleyerek öğrenir. Ebeveynler hiç parka gitmezken, doğayla temas etmezken çocuktan ne bekliyorsunuz? Yaşadığımız evler o kadar steril ki çocuklar ebeveynlerden daha fazla pis-kirli tanımlarını kullanıyor.“

cocuklar-dogaya-donsun-diye-9

Sizce doğayla çocuğun arasında neden bu kadar uçurum oldu?
Çocuk, anne-babasını izleyerek öğrenir. Ebeveynler ne yapıyorsa çocuk da aynısını yapar. Ebeveynler hiç parka gitmezken, doğayla temas etmezken çocuktan ne bekliyorsunuz? Yaşadığımız evler o kadar steril ki çocuklar ebeveynlerden daha fazla pis-kirli olarak tanımlıyor etrafını. Şehir hayatında zor biliyorum ama mümkün olduğu kadar çocukları dışarı çıkartmak gerekiyor. Bir de korumacı aile yapısı diye bir şey var. Çocuktan al haberi burada da işliyor. Yıldız Parkı’nda oyun alanı yaratmıştık ve ağaçlara tırmanmak üzere ipler astık. Çocuklar önce çekindi ama ufak ufak yanaşmaya başladılar. Bu arada çocuğa zaman tanımalısınız; hadi gelin yapıyoruz diye dayatmalar olmamalı. Çünkü pek çok kez bir ebeveynin müdahalesiyle beraber geri adım attıklarını gördüm. Çocuğumuz için kendimizi tutmayı ve durmayı bilmemiz gerekiyor. Çünkü sonrasında “Ah benim çocuğum şunu yapamıyor, şundan çekiniyor” durumu yaşanıyor. “Doğadaki Son Çocuk” ve “Oyun Arkadaşım Yeryüzü” isimleri kitapları öneriyorum. Bu kitaplarda küçük farkındalıklar yaratmak üzere sorulması gereken sorular hem de çocuğunuza doğa sevgisini vermenizi sağlayacak öneriler yer alıyor. Mesela sonbaharsa “Vay şu yaprakların hışırtısı ne güzel” diyip, yerde gördüğünüz kuru yaprakların üzerine zıplarsanız, çocuk o duyduğu yaprak çıtırtısının sesini hiçbir zaman unutmaz.

Son olarak sizin etkinliklerinize nasıl katılınıyor?
Mayıs ayında Yıldız Parkı’nda etkinliğimiz olacak, bu etkinliğe dileyen herkes katılabilir. İsteyenler okullarına da davet edebilir; okullara gidip benzer etkinlikler düzenliyoruz.


Pozitif Dergisi 2015/02

Yorum Ekle