Kitap

Sınanmayan insan yok farkında olmayan var

Sınanmayan insan yok farkında olmayan var

Oğlu, çok nadir rastlanan bir kalp hastalığı ile doğan bir anne, oğlu iyileştikten yıllar sonra kendi kalbini nasıl onardığını kaleme aldı, yavruları çeşitli hastalıklarla mücadele eden annelere “Suç sizin değil, yalnız da değilsiniz. Acınızı içinize atmayın, umudunuzu da hiç kaybetmeyin” demek için…

ÖZLEM ÇETİNKAYA

Sosyal medya hayatın her anını paylaşmamıza imkan veriyor. Bazen “mış gibi” hallerimizi paylaşırken bazen de en zor anlarımızı hafifletmek için basıyoruz paylaş butonuna… Çocukları yaşam savaşı veren anneler de acılarını paylaşarak direnme güçlerini artırmak, destek almak ve bazen de aynı deneyimi yaşayan ailelere “yalnız değilsiniz” mesajı vererek destek için paylaşım yapıyor olmak. Pürlen Kıyat Karakuş, bir tanecik oğlunun yaşam mücadelesi verdiği zaman böyle bir imkan yoktu. Olsa da belki paylaşmayacaktı çünkü anlatmak onun için o zamanlar zordu. Ama bu deneyimin içinden şükürle çıktığında başka anneler daha az üzülsün diye bir şeyler yapması gerektiğini hissetti. Çocuk Kalp Vakfı’nın da işbirliği ile ortaya bir kitap çıktı: “Kahramanlar Sadece Masallarda Olmaz”. O kadar ilgi gördü ki bu yıl genişletilmiş olarak dördüncü baskısını yaptı.

‘’Kahramanlar Sadece Masallarda Olmaz’’ isimli bir kitabınız var. Bu çalışma bir kitap olduğu kadar, aynı zamanda da bir sosyal sorumluluk projesi değil mi?

Evet, tam bir sosyal sorumluluk ve farkındalık projesi. Benim oğlum da dahil olmak üzere, doğumsal kalp anomalisi ile doğan beş bebeğin ve ailelerinin yaşadığı gerçek hikayeleri konu alıyor. Ülkemizde her yıl on üç binden fazla bebek kalp hastalığı ile dünyaya gözünü açıyor ve bu bebeklerin neredeyse yüzde 90’ından fazlasının sağlıklı bir yaşama kavuşması mümkün. Bu proje ile hem geleceğin annelerine hem benzer rahatsızlıkları yaşamış olanlara destek olmak hem de konuyla ilgili toplumumuzda duyarlılık ve farkındalık yaratmak istedik. Çocuk kalp hastalıklarıyla ilgili yazılan ilk kitap olması da ayrı bir değer taşıyor.

Hikayenin temelinde bedensel bir rahatsızlığın yanı sıra psikolojik bir mesele var. Siz, bir anne olarak bu süreci yaşarken veya sonrasında destek aldınız mı?

Evet aldım. Hatta kitapta çok değerli bir psikoloğun katkıları da yer alıyor. Her hikayenin ardından yaşanmışlıklar rehabilitasyon ve psikoloji yönü ile ele alınarak anne-babalara yön göstermeye çalışılıyor. Bu sürecin bana da çok faydası oldu. Zira cevabını bulamadığım pek çok soru vardı. Kitapta minik kahramanların yaşam ile ölüm arasında neredeyse saniyeler ile yarışan hayata tutunma mücadeleleri yer alıyor. Tüm bunlar yaşanırken anne ve babalar maalesef, “Neden bu bizim başımıza geldi, bir günahımız mı vardı?’’ gibi soruları sık sık soruyorlar. Böyle olunca, insan sorunun içinden nasıl geçeceğini bilemez hale geliyor. Dahası, yaratma gücü kadına ait olduğu için anne durmaksızın kendini suçluyor ve hamileliği sırasında ne hata yapmış olabileceği sorusuna kilitleniyor. Filmi sürekli başa sarıp dokuz ayın muhasebesini yapıyor.

Bunun sonucu olarak kendini potansiyel suçlu ilan ediyor. Bu hal anneyi gizliden gizliye kemirip tüketmeye başlıyor. Ardından manik depresif bozukluk, panikatak, obsesif kompülsif bozukluk gibi birçok zihinsel hastalıkla baş etmek zorunda kalıyorlar.

Sizin oğlunuz da çok küçük yaşlarda bir açık, dört de kapalı kalp ameliyatı geçirmiş ve şimdi sağlıklı bir genç. Ya siz kalbinizi nasıl onardınız?

Çok güzel bir soru… Oğlumun ilk ameliyatı o üç günlükken yapıldı. İkincisi 13 günlükken, 15-16-17 yaşlarında ise diğerleri yapıldı. Tabii ki her sene yapılan rutin kontrollerimiz de var. Oğlumla birlikte tüm bu süreci yaşarken sanırım nefsim korunmak için türlü yollara başvurdu. Birinci önceliğim oğlum ve eşim olmakla birlikte, kendimi aşırı denebilecek bir seviyede iş hayatına adadım. Ailemden geriye kalan tüm zamanımı yenilmezlik üzerine kurmuş gibiydim. “Ne kadar başarı, o kadar az duygu” denklemini yaratmışım zihnimde. Pek tabii ki süper egomuz bizi bir yere kadar koruyabiliyor. Çünkü sevinçler nasıl yaşanmalıysa, acılar da yaşanmalı. Hatta doya doya yaşanmalı. Aksi takdirde içinizdeki volkan ansızın patlayıveriyor. Bir gün aniden bedenim çöktü. Öyle böyle değil, gerçekten çöktü. Sanki omuzlarımda tonlarca yük, kollarımda külçe var gibi hissediyordum. Bedenim yerinden kalkmıyordu. Üç gün yataktan kalkamadım, konuşamadım, yiyemedim, su bile içemedim. Haliyle kendimi terapistin kollarına attım. Konulan teşhis majör depresyon idi. Ben de benzer olayları yaşayan pek çok anne gibi çok uzun yıllar gereksiz yükler taşımışım omuzlarımda. Bana ait olmayan, taşınmaması gereken yükler. Ve terapi süresinde yaşadığım olayları kaleme alma kararı aldım. Kitabı yazarken on sekiz yıl boyunca ağlamadığım kadar ağladım.

Hikayesini yazdığım her çocuğun annesi, babası, dedesi; kısacası ailesi oldum. Kendimi, başımı duvarlara vururken yakalamışlığım çok olmuştur. Geriye gitmek, kabuk tutmuş yarayı kaşımaktı benim için. Oğluma ilk teşhis konulduğunda doktorlar veya tanıdıklarım tarafından sorgulandığım anlar en vurucu ve ağır darbeleri aldığım anlardı. Tabii ki tıp literatürü adına doktorlar ‘’Hamileliğinizde anormal bir durum yaşadınız mı, zararlı maddeler kullandınız mı?” ve bunun gibi ardı arkası kesilmeyen sorular soruyordu. Şu anda sizi yanıtlarken bile yüreğimde az da olsa acı hissediyorum. Çünkü bir anne daha bebeğini eline alamadan, çocuğunda tıp literatürünün sayılı anomalilerinden biri olduğunu öğreniyor. Çözüme bile odaklanması zorken bir de üzerine bu sorulara maruz kalıyor. Sonrasında da bu konular açıldığında konuyu kapatma, üzerini örtme eğilimine giriyor. Yüzleşmekten kaçınıyor. Kitabı yazarken ve terapi süresi boyunca tahammülü imkansız gibi görünen acılar ile nasıl baş edilebileceğini öğrendim ve pek tabii ki bunları kitaba yansıttım. Önemle altını çizmek istiyorum ki benzer olayları yaşayan çocuklar, aileler yalnız değiller.

Eşinizin durumu nasıldı? Bu gibi durumlarda erkekler ve kadınlar farklı tepkiler verebiliyorlar.

Eşim ilk şoku atlattıktan sonra hemen çözüme odaklandı. Ardından yaşadığımız süreçte de hep çözüm odaklıydı. Üzüntüsünü içinde yaşadı. Diğer ailelerin hikayelerinde de babaların neredeyse tamamının çözüm odaklı olduğuna tanıklık ettim. Erkek ve kadın beyni çok farklı çalışıyor. Erkekler böyle hallerde tüm vesveseler ve teorilerden uzak durup bilimsel, matematiksel düşünebiliyor. Bu sorunuz benim için olduğu gibi tüm kalp kardeşleri için de o kadar değerli ki…

Çünkü böyle bir sorun yaşandığında sadece anne-baba değil, ailenin tüm fertleri konuya dahil oluyor. Bu durum aslında bizim kültürümüzde çok değerli bir hal. Zira bebeğiniz ölüm ile yaşam arasındaki incecik çizgide yaşam savaşı verirken ve siz bebeğinizin sağlıklı bir yaşama kavuşması için hayatınızın en önemli kararlarını vermek üzereyken (doktor seçimi, hastane seçimi gibi) desteklemekten uzak ve ‘’neden’’ sorusuna takılıp kalabilen aile bireylri ya da eş dost olabiliyor. Bu, samana ateş atmak gibi bir şey. Aniden küçük bir alev koca bir yangına dönüşebiliyor. Örneğin, ‘’Hamileliğinde ne hatalar yaptın, bu sorun anneden mi babadan mı kaynaklanıyor?’’ veya “Sizin ailenizde kalp sorunu yaşayan var mıydı?’’ gibi sonuç odaksız sorular… Şunu unutmamalıyız ki ne bu vesveselere vaktimiz var ne de ortada bir suçlu var. Birçok kalp anomalisi derhal müdahaleyi gerektiriyor. Bu nedenle aile fertlerinin odaklanması gereken tek bir soru var: “Nasıl?”

Peki ya oğlunuz veya diğer zorlu ameliyatları olan çocukların psikolojik gelişimleri nasıl?

Biz oğlumuza konuşmaya ve sormaya başladığı andan itibaren onun büyük bir kahraman olduğunu, o dönemde bu ameliyatı atlatan yedinci bebek olduğunu bıkmadan usanmadan anlattık. Hatta göğsündeki ameliyat izini sorduğunda o ize de ‘’kahramanlık izi’’ adını verdik. Bu nedenle yaşadıkları ile hep barışık oldu. Göğsündeki izi hiç saklamamakla birlikte övündü de. Beş yaşlarındayken deniz kıyısında yanına gelip göğsündeki izi soran diğer çocuklara Spider Man olduğunu söylemişliği vardır.

Zira genellikle aileler kendileri durum ile barışmadıkları veya barışamadıkları için çocuklarını insan içine çıkartmaktan sakınabiliyorlar. Sürekli koruma altına alıp çocuğun eksik hissetmesine neden olabiliyorlar. Aslında bu çocuklar öylesine teslimiyette ki… Yaşıtlarına göre çok daha olgun ve duyarlı, çok daha mutlu olmayı becerebilen ve şükretmeyi bilen çocuklar. Ortak özellikleri bu. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki fiziksel sağlığımız ne kadar önemliyse ruhsal sağlığımız da bir o kadar önemli. Bu nedenle ailelerin mutlaka yaşadıkları sorunla yüzleşmelerini ve barışmalarını tavsiye ediyorum.

Bir hastalık ya da bir başka sebepten dolayı kendisini çaresiz hisseden, karanlığın içine gömülen ve bir çıkış yolu bulamayan insanlara ne tavsiye edersiniz?

Çaresizliğin ana nedeninin bilinmezlik olduğunu fark etmeliyiz öncelikle. İnsanlar bilinmezden korkarlar ve zihinleri sürekli gereksiz senaryolarla illüzyonlar yaratır. Böyle olunca çaresizlik karanlığı, karanlık umutsuzluğu mıknatıs gibi çeker. Umutsuzluk da yaşama tutunma isteğini yok eder. Bu gibi durumlarda anne-baba veya diğer aile fertlerinin yarattığı olumsuz ve güçlü manyetik alanın hem ameliyata girecek bebeği hem doktorları etkilediğinden emin olabilirsiniz. Bu nedenle senaryoları bir kenara bırakıp en olumlu düşünceler ile bebeği doktorlara ve ameliyat masasına teslim etmek yapılabilecek en doğru hamledir. Kolay mı? Tabii ki çok kolay değil. Ama şunu unutmamalıyız ki yaşam herkesi sınar.

Sınanmayan insan yoktur; farkında olan veya olmayan insan vardır. Başımıza ne gelirse gelsin yapmamız gerekeni en iyi şekilde yapıp ardından teslim olabilmeyi becerebilmeliyiz. Eğer kendimiz bir çıkış yolu bulamıyorsak mutlaka psikolojik destek almalıyız. Ve her daim yaşama umutla bakmalıyız çünkü hayat yarınını bilmez. Ne var ki yüreklerimiz yarının oluşumuna katkıda bulunabilir.

Yorum Ekle