Bedenimizdeki bir hastalık, içimizi kemiren bir olay, sıkıntılar… Hepsini kesip atmak isteriz, onlardan adeta nefret ederiz. Oysa nefretle süren bir ilişkide şifaya yer yoktur…
Yazı: Yaprak ÇETİNKAYA
Hangi yaşta olursanız olun, evren günü geldiğinde kapınızı çalıyor ve şöyle diyor: “Şuraya bir göz atmak ister misin?” Bu seslenişi çoğunlukla duymazdan geliyoruz. Evren bir süre sonra kapıyı tekrar ve bu sefer daha sert çalıyor, “Belki şimdi bu konuyla başa çıkmak isteyebilirsin…” diyor. Geçmişe dönüp baktığımızda bu uyarıların ne olduğunu hatırlamayabiliriz bile. Belki de o konuyu çoktan hallettiğimizi sanıyoruz, kalbimizin affettiğini düşünüyoruz. Ama bu gerçekten olmadıysa kapımız çeşitli şekillerde çalınmaya devam ediyor.” Bu sözler ABD’li hipnoterapi uzmanı Peter Bedart’a ait. Bir danışanının İstanbul’daki düğününe geldiğinde iki saatini bize ayırdı. Böylece o yaşam amacı olan “dünyaya iyilik getirme” konusunda bir adım daha atmış oldu, biz de Pozitif okuyucuları ile Bedart arasında bir köprü kurduk. Söz kendisinde…
Nasıl çalınıyor kapımız?
Kafamıza vura vura aslında… Genelde acıyla geliyor; fiziksel, duygusal, ruhsal acılarla… Kanser hastası bir danışanım vardı ve kanserinin evrenin onun kafasına vurduğu bir sopa olduğunu söylüyordu.
Türkçe’de de “Allah’ın sopası yok” diye bir deyiş vardır…
Çok ilginç… Aslında bir bütünüz ama inançlarımız bizi ayırıyor. Gördüğünüz gibi o tanrı ya da bu tanrı fark etmiyor, evrenin sistemi herkes için aynı çalışıyor. Konuya geri dönersek, evrenin ilgilenmemiz gerektiğini söylediği konuyu bastırıyoruz. Yıllar geçiyor, ne olduğunu hatırlamıyoruz bile. Oysa o konuyla ilgili duygular bedenimizde belirti vermeye başlıyor. Bu belirtileri ilaç içerek, çok seks yaparak, aşırı yemek yiyerek, aşırı içerek, madde kullanarak, işkolik olarak, çok alışveriş yaparak ve daha birçok şekilde bastırmaya çalışıyoruz. Kendimizi adeta uyuşturuyoruz, hiçbir şey hissetmez oluyoruz. Yaş ilerledikçe konunun üzerini yeni katmanlar kapatıyor. Katmanlar arttıkça bu konunun dışarı çıkması daha da zorlaşıyor. Duygusal ya da ruhsal olarak yıllarca başa çıkamadığımız konular bedenimizde endişe, bağımlılık, tümör gibi belirtilerle kendini gösteriyor. Ben de bu malzeme üzerine çalışıyorum. Hipnoz da bu sırada kullandığım bir araç sadece.
Sizin hikayeniz nasıl başladı?
Birisi beni öldürdü. Evet, öldüm ve sonra gördüğünüz gibi geri geldim (gülüyor). 13 yıl önce, 17 yaşındayken küçük bir motosiklet kullanıyordum, bir otomobil bana çarptı, dizim parçalandı, el bileğimdeki sinirleri kaybettim, beyin sarsıntısı geçirdim ve omurgalarımda kırıklar oluştu. Öldüm, geri geldim derken gülüyorum ama aslında ciddiyim. Başıma gelen en iyi şey o ölümdü. Sonra iyileşmem gerekti ama domino etkisi gibi her şey daha kötüye gitmeye başladı. Kronik ağrı çektim, tekrar yürümeyi öğrenmem gerekti, astım, bronşit gibi hastalıklar başladı. Kaygı bozukluğu, depresyon da cabası… Kendimi iyileştirirken başkaları için de bir program hazırlamış oldum.
Nasıl iyileştiniz tüm bunlardan sonra?
Bana sunulan sadece cerrahi tedavi ve ilaçlardı. Ama etrafıma baktığımda insanların bu şekilde iyileşiyor görünmediklerini fark ettim. Bir ameliyat bir taneyi daha getiriyordu, ilaçlar yan etkiler oluşturuyordu. Ben bunun yerine batı tıbbının kesinlikle mümkün olmadığını düşündüğü bir şeyi başardım, dizimdeki kıkırdakların yeniden oluşmasını sağladım. Dizimle konuştum ve benden bahçemde çalışmamı istedi. “Ne alakası var?” dedim ama onun sözünü dinledim. Sonra anladım ki bahçemde çalışmak aslında fiziksel değil, ruhsal bir faaliyetti benim için. Bahçemdeyken ruhum daha iyiydi ve beklenmedik olan buydu. Tıpkı meditasyon yapar gibi kendimi kaybettiğimi fark ettim, düşünmediğimi fark ettim. Tanrıyı, ruhumu orada hissettim, evrenle bir oldum. Anı yaşadım. Öncesinde kaza için neden daha dikkatli olmadım diye kendimi suçlarken, yaşadığımdan utanırken düşüncemi değiştirmeye başladım. Kazayı engellemek için elimden gelen bir şey olmadığını fark ettim. O zamanlar doktorlar bana kesinlikle yürümememi söylüyordu ama dizim yürümemi söyledi. Biriki metre ile başlayıp yavaş yavaş artırdım. Artık bacağımı çok az kullanabileceğim hatta 40 yaşından sonra protez kullanabileceğim söylenirken ben dizimi geri kazandım. Hala çok yürüdüğümde ağrım olur ve dizimi dinleyip dinlenirim. Bugün İstanbul’da çok güzel gezebilirim ama dizim dinlenmek istediğini, ilgi istediğini söylüyor ve sokağa çıkmıyorum. Sevdiğimiz kişilerin parasını istemeyiz, onların bizi görmesini bizimle ilgilenmelerini isteriz değil mi? Aynı ilgiyi kendimize, kendi parçalarımıza neden vermiyoruz. Bir insana ve kendinize verebileceğiniz en iyi şey ilgilenmektir.
Şifalanmanız ne kadar sürdü?
Yavaş işleyen bir süreçti… Yıllar önceydi ve dünya çok farklıydı. Bu kadar şifacı yoktu, kimse alternatif tedavilerden bu kadar çok bahsetmiyordu ve ben acı çekiyordum. Diğer yandan hayatımı sürdürmek için fitness eğitmenliği, garsonluk, oyunculuk yapıyordum. Şu an uyguladığım metot zaman içinde yavaş yavaş oluştu. İlk adım hayatımın sorumluluğunu almaktı. Birisi bana çarptığı için kurban rolüne girmiştim ve daha fazla bu rolde kalamazdım. Bunu anladığımda artık 27 yaşındaydım, yani tam 10 yıl geçmişti. Hayat amacımın ne olduğunu, ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmiyordum. Sekiz yaşından beri oyunculuk yapıyordum ama istediğimin bu olmadığını hissediyordum. Sürekli bastırdığım konularla yüzleşmeliydim çünkü beni hasta ediyordu ama bunu nasıl yapacaktım? Tekmeleyerek, bağırarak, savaşarak mı yoksa incelikle ve kolaylıkla mı? İkinci aşamada kendi parçalarımla konuşmaya başladım. Zihnimle, ruhumla, organımla, yani nerede acı varsa orayla… Bunu danışanlarıma da çok öneririm. İnsanlar kaygı hissettiklerinde bunu hissetmemek için yemek yerler, içki içerler, bağımlılık geliştirirler ve sonra bundan kurtulmak için ilaç alırlar. Onlara fazla yağlarıyla, tümörleriyle, endişeleriyle konuşmalarını söylerim. Genelde bu parçalarla ilişkimizi olumsuz kurarız, onu kesip atmak, ondan kurtulmak isteriz, ona kızarız, ondan utanırız. Düşünün size o şekilde yaklaşsam benden nefret edersiniz, benimle işbirliği yapmazsınız. Size ait olan bir parça ile de böyle olumsuz bir iletişim kurarsanız kendinize ait bir parçadan nefret ediyor olursunuz ve bu pek de şifalandırıcı bir durum değildir. İnsanlara ister yağ, ister bağımlılık ister tümörleri olsun, o parçaları ile dost olmalarını söylüyorum.
Bu konuşma nasıl yapılabilir?
Seanslarda meditasyon, NLP ya da hipnoz gibi araçları kullanıyorum ama kendiniz de yapabilirsiniz. Önce onlarla dost olup sonra iyileşmesi için ne yapabileceğinizi soruyorsunuz. Diyelim ki siz benim kaygımsınız. Bir şekil alıp karşıma gelmenizi isterim. Bir hayvan, bir kişi, bir yer, bir bulut gibi farklı şekillerde görünebilir. Nasıl görünürse görünsün ismini sormanızı isterim. Eğer bu konuyu çok derine itiyorsanız bazen neyle konuşacağınızı bile bilmiyor olabilirsiniz. O tarafımızla ilk defa tanışmak da çok önemli bir deneyim oluyor.
Adını soruyorsunuz ve gerçekten bir cevap geliyor mu?
Çoğunlukla… Danışanlarıma vücutlarından dışarı çıkmalarını söylerim. Çoğu zaman kaygının ya da sorunun nedeni insanlarının hayat enerjilerinin vücutlarının dışında olmasından kaynaklanıyor. Hep şu örneği veriyorum. Küçükken anaokulunda bize çok büyük kağıtlar verirlerdi ve o kağıtların üzerine sırayla uzanır birbirimizin vücut konturlarını kağıda geçirirdik. Kendi vücudumuzu kağıt üstünde görürdük. Bunu şimdi size yapsam ve karşıdaki duvara assam sonra da bir parça kağıt veya kumaş versem ve bunun yaşam enerjiniz olduğunu söylesem, bunu bedeninizin neresine koyarsınız diye sorsam ne yaparsınız? Çoğu insan bu enerjiyi başlarına koyuyorlar. Çünkü kafalarının içine çakılıp kalmışlar, bedenleri ile irtibatları kopmuş. Endişelerinin, korkularının, fikirlerinin, yargılarının, susmayan zihinlerinin içindeler. Onlara bu enerjiyi vücutlarına koymaları halinde ne hissedeceklerini sorarım. Bu genellikle insanları ana getiriyor. Bu değişim olduğunda, enerjiyi içlerine aldıklarında onların fiziksel görünüşlerinin bile değiştiğini görebiliyorum. Kişi bu duruma geldiğinde kendi parçalarına soru sorması da kolaylaşıyor.
“Olmaz öyle şey” diyen zihinleri mi susuyor?
Eleştirel zihnimizin görevi bizi güvende ve konforlu hissettirmektir. Bu nedenle bunu okurken “Bu adam neler saçmalıyor?” der. İnsanların kendi parçaları ile konuşmakta zorlanmalarının da nedeni bu. Zihin devreden çıkınca konuşmak da kolaylaşıyor. Örneğin kilo sorunu yaşayan birisi bilinçli olarak kilolarından memnun olmayabilir ama aslında bu durumdan memnundur çünkü mutsuz olmak onun için güvenlidir, tanıdıktır, konforludur. Diyelim ki bir çocuk kendisini istismar eden bir aile ile büyüdü. İleride ne kadar “Beni sayan, beni seven biri ile birlikte olmak istiyorum” dese de bildiği şey istismar olduğu için istismar edecek birine aşık olacaktır. O zaman bildiğini değiştireceğiz. Bilmek tüm duyularımızı içeriyor. Yani bildiğimiz şeyin nasıl göründüğünü, tadını, kokusunu, dokunma hissini biliyoruz. Örneğin birçok bağımlı, bağımlılık sorununun neye benzediğini, nasıl bir sesi olduğunu, tadını biliyordur, sadece bundan bahsetmiyorlardır. Bir alkol bağımlısı, bağımlılığının kokusunu pis bir barın kokusu gibi tarif edebilir. Kişi bir ilişkide çaresiz hissediyorsa bunun tadını, rengini bilir. Onlara düşünmelerini, görselleştirmelerini, hayal etmelerini ve kendilerine yeni bir şey öğretmelerini söylüyorum. Mutlulukları nasıl kokuyor, keyiflerinin tadı nasıl, sağlıklı olmanın dokunuşu nasıl? Bağımlılıkların tedavisinde sadece ayık olmak, kilo vermek, artık kumar oynamamak hallerine gelmek tek başına yeterli değil. Keyifli de olabilmek, güvende hissetmek de önemli. Aksi takdirde yine eski güvenli yola dönersiniz. Bu da hipnozu kullandığımız yerlerden biri. Beynin nöral yollarını çalıştırarak keyifli olmanın ne demek olduğunu kişiye yaşatmak.
ABD’de bütünsel sağlık konusuna yaklaşım nasıl?
Harika… 20 yıl önce ben çok hastayken, hatta 10 yıl önce bile fazla seçenek yoktu. Batı tıbbı bütünsel sağlık ve şifa ile adeta dalga geçiyordu. Bugün de bir kanser hastası için doktorun tek yapabileceği kemoterapi ve ışın tedavisi. Yasal olarak size sadece bunları yapabileceklerini söylemek zorundalar. Gerçi iki yıl önce ABD’de yasayı biraz esnettiler. Doktorlar artık, “Başka yolları deneyen insanlar da var, onlara da bir göz atmak isteyebilirsiniz” cümlesini de kurabiliyorlar. Akapunktur gibi bazı yöntemleri de doğrudan önerebiliyorlar. Gerçekten şanslıyız ki başka seçenekler de var ve bu konular hızlı büyüyor, şifa merkezleri, yoga stüdyoları çoğalıyor. Enerji tedavileri, Reiki, akupunktur… Sanırım bu bütün dünyada böyle. Siz benimle bu röportajı yapmak istediğinize göre Türkiye’de de öyle olmalı.
Batı tıbbını redetmeniz söz konusu mu? Yoksa ikisini bir arada mı öneriyorsunuz?
Kişinin kendisinin karar vermesini öneriyorum. Bir tümörü olan kişiye tümörüyle konuşmasını ve neye ihtiyacı olduğunu ona sormasını istiyorum. Tümör cerrahi istediğini söyleyebilir, “Beni kes, at” diyebilir. O zaman Batı tıbbına başvurursunuz ve beden seviyesinde tedavi yaptırırsınız. Ben buna karşı değilim. Ben sizin şifanız için en iyi olanı seçmenizi istiyorum. Bazen de şifa ister tümör. Onun da her zaman çeşitli yolları var, süreçte tek bir yöntemle ilerlemiyoruz.
Hipnozun rolü nedir? Değişimi hızlandırıyor mu?
Evet, hızlandırıyor. Bu bilinçli bir uyku gibi… Duygularınızı kullanıyorsunuz, ne uykudasınız ne uyuyorsunuz. Hipnoz kendini kaybetmek değil, aksine çok daha farkında olma hali çünkü sadece bilinç değil, bilinçaltını da kullanıyor. Bana göre hipnoz; meditasyon veya görselleştirme ile aynı şey. Siz keyif halini hipnoz ile deneyimliyorsunuz bu sırada beyniniz görselleştirme mi yapıyorsunuz, düşünüyor musunuz yoksa bu dünyada bizzat deneyimliyor musunuz, aradaki farkı bilmiyor. Beynimizdeki bir nöral yol, bir acı tecrübesi ile bağlantılı ise birisi ilgili düğmenize bastığında hiç düşünmeden o yola girersiniz çünkü sizin için güvenli, konforlu ve tanıdık olan odur. Bundan hoşlanmıyor olabilirsiniz, etrafınızdakiler de bundan hoşlanmıyor olabilir ama bu sizin bildiğiniz bir şeydir, tanıdıktır. Örneğin canınız sıkkındır, kötü bir gün geçirmişsinizdir ve eve gelir gelmez kendinizi birden buzdolabının önünde bulursunuz. Birden nerede olduğunuzu fark eder ve “Benim bu dolabın önünde ne işim var?” dersiniz. Bu yeme isteğinin nereden geldiğine bakmak gerekiyor. Bastırdığımız, ortaya çıktığında huzursuz olacağımız için gömdüğümüz yerden geliyor. Bu gömüyü çıkarmak gerekiyor.
Travmalar hep çocukluktan mı gelir?
Her zaman değil… Çoğu zaman evet. Ama hayatınızın başka bölümlerinden de gelebilir.
Mutlaka büyük olaylar mı olması gerekiyor?
Hayır. Prenses ve Bezelye Tanesi masalındaki gibi de olabilir. Çok küçük bir olay çok daha fazlasının ortaya çıkmasına neden olabilir. Biz büyük travmalarla başa çıktığımızı, artık geçmişte kaldığını düşünürüz. Travmaları ikiye ayırıyorum. Birinci türü, bize bir şey olduğunda onunla başa çıkamamamız ile oluşuyor. Her hangi bir yaşta olabilir, şiddet olabilir, istismar olabilir, ayrılık ya da kayıp olabilir. Aniden gelişir ve ne yapacağımızı bilemeyiz. Akıp gitmesine izin vermek yerine ne yapacağımızı bilemediğimiz için içimize saplanıp kalmasına neden olabiliriz.
Bir ailede bir çocuk şiddetten dolayı travma yaşarken diğeri bundan hiç etkilenmeyip bambaşka travmalarla büyüyor? Neden?
Biri şiddet ile daha kolay başa çıkarken, o deneyimi yaşayıp sonra serbest bırakırken diğeri nasıl başa çıkacağını bilemeyip orada çakılı kalabilir. Travma ile ilgili ikinci tanımım, geçmişte olan ve hala hissettiğiniz bir olayın hatırası şeklindedir. 95 yaşındaki bir adam ölüm döşeğinde hala beş yaşında yaşadığı bir olaya çok sinirli olabilir. Duygularınız içinizde çakılıp kalınca onu her yere taşıyorsunuz. İyiyim, artık düşünmüyorum, ilaç kullandım diyorsunuz ama bir gün bir düğmeye basılıyor ve bam! Ya kaçıyorsunuz ya savaşıyorsunuz ya saklanıyorsunuz ya da donup kalıyorsunuz. Bağımlılık sorunu olan bir danışanım vardı. Sınıfta öğrencilerin önünde öğretmeni tarafından aşağılanmıştı ve o gün herkes ona gülmüştü. Kendisinden sonrasında özür dilenmişti, üzerinden çok zaman geçmişti, zihni bunu söylüyordu. Kalbi de “Onları affettim, bitti” diyordu. Ama o aşağılanma deneyimi vücuduna saplanmıştı. Ne zaman insanların önüne çıksa “Onların benim kim olduğumu görmelerine izin veremem” diye düşünüyor ve içerek saklanıyordu. Üstelik bu kişi bir haber sunucusuydu. Sürekli insanların önündeydi ve saklanmak için sürekli içmesi gerekiyordu. Bir seçim yapması gerekiyordu: hep yapmak istediği bu işi yapmaya devam mı edecek yoksa bırakacak mı? İki türlü de acı verici çünkü ya işinden ayrılacak ya da kalırsa içmeye devam edecek. Vücuduna saplanmış bu deneyimi serbest bırakmamız gerekiyordu.
Herkesin mutlaka travması var mıdır?
Herkesin değil ama her türlü şiddetin olduğu bu dünyada travmaların olması çok normal.
Bu yazıyı okuyanlar travmaları olup olmadığını nasıl anlayacaklarını merak edebilir…
Bir ilişkidesiniz ve ilişki bitti. Yıllar sonra size ne olduğunu soruyorum. Anlatırken sinirleniyorsanız, çok kızgın olduğunuzu söylüyorsanız işte bu bir travmadır. Gözyaşı varsa, sinirlenme varsa travmadır, hala içinizde yaşıyordur. Daha önce de dediğim gibi kafanızdaki öykü ya da kalbinizdeki duygularla ilgili değildir, bedeninizdedir. Kızgınlığınız, gözyaşlarınızla bedeninizden geliyordur. Bu fiziksel deneyimi serbest bırakmak gerekir. İnsanların bu fiziksel durumun ne olduğunu hissetmelerini isterim. Koşmak kaçmak mı istiyor, donup kalıyor mu, siper mi alıyor, saklanıyor mu, savaşmak mı istiyor? Sonra vücutlarında hissetmelerini isterim. Sıcak mı soğuk mu, ağır mı hafif mi, yumuşak mı sert mi? Rengi nedir? Ardından yerine koyduğumuz yeni duyguyu anlatmasını isterim; tadı nasıl, nasıl kokuyor, rengi nedir?
ŞİFA AİLENİZİ KURUN
Peter Bedart, kilo problemi yaşayan kişilerle de yoğun olarak çalışıyor. Her konuda olduğu gibi bu konuda da yalnız olmak yerine birlikte yol alacak gıdalar ve insanlar bulunmasını öneriyor. Yeme bağımlılığında diğer bağımlılıklardan farklı olarak beslenmenin devam etmesi gerektiğini bu nedenle de doğru beslenmeyi öğrenmek için bir diyetisyenden destek alınabileceğini söyleyen Bedart, “Yemek saati dışında midenizde bir kazınma hissettiğinizde gidip su kaynatın, kendinize daha iyi bakmak için satın almış olduğunuz bitki çaylarından birini seçin ve demleyin. Açlığı unutmaya çalışmak yerine midenizle, kendinizle bu şekilde ilgilenin. Midenize ne yemek istediğini ve ne kadar yemek istediğini sorun. Bir süre sonra seçimlerinizin sağlıklı, porsiyonlarınızın küçük olmaya başladığını fark edeceksiniz. Bir arkadaş ya da aile ferdi ile birlikte bu yolculuğu sürdürebilirsiniz. Yani kendinizi güvende, konforda hissedeceğiniz bir ortam yaratın ki eski yola geri dönmeyin” diyor.
Beden parçalarımız bize nasıl yanıt verir?
Vücudumuz aslında bizimle sürekli konuşur. Şu an kolunuza bastırdığımda, vücudunuz bu baskıyı beyninize iletir ve beyniniz size “Karşındaki kişi parmağı ile senin koluna dokunuyor” der. Acıkınca midemiz guruldar. Çeşitli durumlarda iç sesimiz git yap ya da boşver yapma der, içimizde kelebekler uçuşur ya da kusarız. Bazen zihnimiz yap derken, iç sesimiz yapma der. Yani vücutlarımız her an bizimle iletişim halindedir. Böyle düşününce herkes “Evet doğru, vücudum zaten benimle konuşuyor” diyecektir.
Bazı insanlar neden sürekli kilo alıp veriyor?
Şifa, varlığımızın her seviyesinde yer almalı. Bedende, ruhta, zihinde… Kilo sorunu olan insanlar sadece beden kısmına odaklanıyor ve diyet ile egzersiz yapıyorlar. Genel yaklaşım bu. Sadece beden seviyesinde çaba gösterdikleri için geri dönüşler yaşarlar çünkü zihin ve ruh şifalanmamıştır. Danışanlarıma beden, zihin ve ruh seviyelerinin ne olduğunu öğretmeye çalışırım. Kilolu oldukları için alay edildilerse, aşağılandılarsa ve bu yüzden kalpleri kırıksa, zihinleri kendilerini hala kimsenin istemediği şişman çocuk olarak görüyorsa kaç kilo verdiklerinin hiç önemi yok. Zayıf kalmayı başarsalar bile mutlu olamazlar, bilinç zayıflığın iyi bir şey olduğunu düşünse bile bilinçaltında onlar için güvenli olan şişmanlıktır, bir yıl sonra tekrar şişmanlarlar. Kendilerini hala o şişman çocuk olarak görüyorlardır çünkü.
Bizi bilinçaltımız mı yönetiyor?
Harvard Üniversitesi’nde yapılan çalışma yaşamımızda bilincin sadece yüzde 3 oranında etkili olduğunu gösterdi, kalan yüzde 97’yi bilinçaltı yönetiyor. Bilinç; mantık, akıl yürütme, karar verme ve prensipler ile ilgili. Bilinçaltı ise inançlar, fikirler, yargılar ve tecrübeleri kapsıyor. Hayatımız bilinçaltı ile yönetiliyor ve güvende, tanıdık, konforlu olanı seçiyor. Kendimizi korkmuş, sevilmiyor hissettiğimizde hemen bizi güvenli konumda tutan alışkanlıklara dönüyoruz. Özellikle de yemek yemeye. Bu nedenle çalışmalarda insanların zengin olmanın, tercih edilmenin, yeterli olmanın, iyileşmenin, kendini sağlıklı görmenin (zayıf değil), mutlu görmenin nasıl bir şey olduğunu bilmelerine, bunun da güvenli olduğunu anlamalarına yardım ediyorum.
Siz kendi travmanızı buldunuz mu? Neden bu kazayı yaşadınız?
Kesinlikle buldum, hem de birden fazlasını. Kazayı yaşamam gerekiyordu, o evrenin sopasıydı. Yaşam amacımı anlamam içindi. Yaşam amacım başkalarına yardım etmek ve dünyaya iyilik halini getirmekti ve buna ulaşmam için bu kazaya ihtiyacım vardı. Örneğin İstanbul’a ABD’de yaşayan Türk danışanımın düğünü için geldim. Sadece düğüne geliyor olmak benim için keyifli olurdu ama benim hayat amacım dünyaya iyilik halini getirmekse sadece turist gibi burada gezemem. Yaptıklarımı insanlarla paylaşmalıyım. Onun için Radia Gelişim’e geldim ve şimdi siz de burada hayat amacımı gerçekleştirmem için bana yardım ediyorsunuz. Danışanlarımdan birinin de sopası tümörü idi. Kendi hayatını yaşamak yerine ailesinin istediği hayatı yaşıyordu. Tümörü ise ona “Uyan ve hayatını yaşa” diyordu. O da öyle yaptı.
Pozitif Dergisi 2014/03