Hayatın bir saniyede bile değişebileceğini bilsek de bazen öyle hızlı, öyle durmaksızın yaşıyoruz ki akan saniyelerin aslında yaşamımızdan neleri götürdüğünü bilmiyoruz. Bir gün öyle bir an geliyor ki o saniyelerin arkasından koşmaya başlıyoruz. ‘180’ kitabının yazarı Dida Kaymaz da yaşayacak sayılı günleri kaldığını öğrendiğinde bu maratona katıldı ve azmiyle ‘zaman zaferini’ kazanmayı başardı.
YAZI: Nilgün Yıldız Konakcı
Bir gün yaşayacak sadece sayılı günleriniz kaldığını duysanız ne yaparsınız? Dida Kaymaz sıradan bir hayatı olduğunu düşünürken yaşayacak sadece 180 günü kaldığını öğreniyor ve ancak filmlerde olduğunu düşündüğümüz serüveni o andan itibaren başlıyor. Karalar bağlayıp ölümü beklemek yerine yaşam mücadelesine dört elle sarılan bu genç kadın, sonunda yaşamı yakalamayı başarıyor. Hikayesini aynı durumu deneyimleyebilecek kişilerle paylaşmak için de bir kitap yazıyor. Adı ‘180’… Hikaye hoşunuza gittiyse devamı bu röportajda ve daha fazlası ise kitapta… Kitabınızın adı ‘180’. Bu rakamın sizin hayatınızda nasıl bir önemi var? Hastalığımın teşhisinden kısa bir süre sonra doktorlar aşağı yukarı 6 ay yani yaklaşık olarak 180 gün ömrüm kaldığını söylediler. Elbette ki kitabın adının ‘180’ olması sadece bu süre ile ilgili değil. Yaşama tutunmak ve hayatta kalabilmek için ruhsal ve içsel olarak 9.5 yıl boyunca kendi yaşamımda deneyimlediğim 180 derecelik bir değişimi ve dönüşümü de temsil ediyor. “180 gün ömrün var dediler, 180 günde 180 derece değiştim” dediniz. Bu serüveni anlatır mısınız? Değişim sürecine başlamamda kilit nokta olarak adlandırabileceğim birkaç özel an var. Peru’da 52 gün kaldım ve bu süre zarfında hem Ortodoks tıbbı hem de Ayurveda tıbbı mezunu bir uzman ile çeşitli farkındalık ve şifa çalışmaları yaptık. Burada kaldığım süre boyunca duygusal ve ruhsal bedenimde gerçekleşenlerin fiziksel bedenime yansımalarının birebir farkına varmam bende farkındalığı ve değişimi tetikleyen ilk an oldu. Değişenleri sıralamam gerekirse; hastalıktan sağlığa, karmaşadan huzura, kendini sevmeyen benden kendini seven, takdir eden ve onaylayan bana dönüştüm. Karşılıksız sevmemiş Dida’dan, karşılık beklemeden vermeye gayret eden Dida’ya, karanlıktan aydınlığa, karmaşadan huzura 180 derecelik değişimler yaşadım ve sonunda öğrendim ki bunun sonu yok. Nefes almaya devam ettiğimiz her sabah yeni bir insan olarak uyanıyoruz ve hep yeni bir olayın içindeyiz. Kendine sürekli emek vermek durumundasın. Bu işin anahtarı ‘anda kalabilmek’. Elbette bu da egzersiz ve sağlıklı bir düşünme şeklini yaşamında rutin bir hale getirmek ile mümkün. Mutlu hayat peşinde koşmak yerine ‘mutlu anlar’ yaşamak benim için aslolan. Bir çeşit kendinizi tekrar keşfetme dönemine girmişsiniz. Bunun için size hangi teknikler yardımcı oldu? Herhangi bir hastalıktan iyileşmek bütünsel bir uğraş gerektiriyor. Bu ‘sadece’ler ile başarıya ulaşabilecek bir süreç değil. Bedeninizi yani beslenme ve egzersizlerinizi, zihninizi yani düşünme ve algılama şeklinizi, ruhunuzu yani hislerinizi değiştirdiğinizde yeni bir sonuca ulaşabiliyorsunuz. Bu değişimleri hem öğrenmek hem de alışmak ve yaşamımın bir parçası haline getirip, sürekliliğini sağlamak için birçok uygulamadan faydalandım. Kitap fikri nasıl doğdu? Kansersiz Yaşam Derneği ile birlikte ulaştığımız kitle arttı. Son iki yılda dernek her ne kadar ciddi bir ivme kazanmış olsa da halen kanser hastası olan kesim sürekli “Dida nasıl iyileşti?” diye merak etti. Derneğe ne yediğimden, ne içtiğimden, aldığım tedavilerden, gittiğim yerlere kadar her gün ciddi yoğunlukta e-postalar geldi. Yaptığım konferans, söyleşi ve katıldığım televizyon programlarından sonra da “Keşke bu anlattıklarınızı yazsanız” diye yorumlar geliyordu. Yazmaya niyetim hep vardı ama tamamen iyileşmeyi ve böylelikle daha doğru bir enerji ile okuyucularla buluşabilmeyi arzuladım. İyileşince de bir nevi alt beyinden üst beyine aktarım ve bir özgürleşme süreci oldu kitap benim için. Bundan sonra da yazmaya devam edeceğim.
“Hastalıktan sağlığa, karmaşadan huzura, kendini sevmeyen benden kendini seven, takdir eden ve onaylayan bana dönüştüm. ”
Kanserin hayatınıza kattığı güzelliklerden bahsediyorsunuz. Nedir onlar?
Bu hastalıkla birlikte hayatımda değişen en önemli konu, ‘hayatı algılama ve hayata bakış şeklim’. Hırsları ve tutkuları olan, bunu en üst seviyede hatta bir gerilim hattındaymış gibi yaşayan bir insandım. Şu anda ise sadece bulunduğum ‘an’ın tadını çıkarıyorum. Hayatımda olan her şeyin ‘hayır’ olduğunu kabullenmiş durumdayım ve var olan sistemi anlamaya çalışıyorum. Evrende muhteşem bir matematik var, hiçbir an sebepsiz değil, olan hiçbir şey kötü değil. Gerçekleşen her şey en yüksek hayrımıza oluyor. Elbette bunu kabullenmek ve bu şekilde yaşamaya devam etmek çok kolay değil ama sebat ederek ve sürekli kendi içinize bakıp, kendinize emek vermeye devam ederek gerçekten keyifli bir noktaya gelinebildiğini bizzat deneyimledim. Hayat bize aslında çok açık mesajlar veriyor; önemli olan bunları yüksek farkındalıkta kalıp algılayabilmek. Bu da zihni durdurmak ve yaşamınızın sorumluluğunu tamamıyla almanız ile ilgili. Yoksa karşı tarafı suçlamak en kolay yol. İşte hayatıma gelen en büyük güzellik yaşamı bu şekilde algılamaya başlamak. Bu içsel kısmı. Somut olarak ise Kansersiz Yaşam Derneği diyebilirim. Karşılıksız verebilmeyi deneyimlediğim ilk yer dernek oldu. Fark ettim ki daha önce kime ne verdiysem altında hep ‘beni daha çok sev’ duygusu ile hareket etmişim. Dernek bu konudaki farkındalığımda kilit bir rol oynadı. Şu an akış mükemmel. Şükürler olsun.
Sizin gibi bir anda hasta olduğunu öğrenenlere ne yapmalarını tavsiye edersiniz?
Hissettikleri her şeyi açık seçik yaşamalarını tavsiye ediyorum. “Ağlamadım; güçlü olmak zorundayım, yıkılmadım ayaktayım, aman etraftakiler ne der” gibi düşüncelerden uzaklaşıp öncelikle ilk andaki o şok sürecini kaliteli bir şekilde yaşamalarını ve bu süreçte mutlaka ve mutlaka onkopsikolojik, psikolojik veya klinik psikiyatrik bir destek almalarını tavsiye ediyorum. Bizler ‘güçlü olmak zorunda bırakılan’ bir toplumun bireyleriyiz. Halbuki zayıf hissetmek ve bu hissi dışarı vurmak kadar güzel ve hafifletici bir an yok. Bu yol uzun bir yol. Yol arkadaşları çok iyi seçilmeli. Kanser hastalığındaki en önemli ilaçlardan birinin ‘doğru bilgi’ olduğuna inanıyorum. Elbette doktorunuz ile iletişim de çok önemli. İyileşmenin içerden dışarı, ruhtan bedene olduğunu da kulaklarına küpe yapmalarını tavsiye ederim. Bu süreci bütünsel yaşamak, başarıya giden en önemli yol.
“Hastalık bizi korur mu?” sorusuna “Evet” diyorsunuz. Neden?
Vücut, stres seviyesi, bağışıklık sisteminin ani çöküşü ve duygusal travmalar sebebi ile geçirdiği şok olarak algılanan bu tehditleri sindirebilmek amacıyla hastalık üretiyor. Hastalığı bir katalizatör olarak düşünün. Hastalık şiddetli duyguları ve baş edemeyeceği büyüklükteki duygusal stresi dönüştürerek vücudu ani bir çöküşten, hatta ölümden korur, kalıcı hasar alınmasını engeller. Böylelikle hastalık aracılığı ile bize içsel ve derin bir değişim olanağı tanıyarak kendi kaynağımızla, özümüzle tekrar bağlantı kurmamız için fırsat veriliyor. Bence hastalık beyin tarafından organizmada harekete geçirilen savunma mekanizmasının son derece mantıklı ve tutarlı bir sonucu. Metafizik üstadı Valcapelli’nin çok sevdiğim bir tanımlaması var; “Zihin, bedensel şartların yaratıcısı ve yürütücüsüdür. Zihin, kişinin duygusal durumu tarafından yaratılan enerji yükünü organizmaya yansıtıyor. Beden, engeller ve duygusal sorunlar tarafından bombalanarak olumsuz titreşimlerle yüklü hale geliyor ve bu durum sayısız rahatsızlığa sebep oluyor.” Hastalık bize, varlığına sebep olan zihinsel davranış kalıbını değiştirme şansı veriyor. Bunu yapmadığımız takdirde hastalık, organizmamızın aynı ya da başka bir yerinde yeniden ortaya çıkacaktır. Yöntem olarak ise batı tıbbından asla uzaklaşmadan, doğu tıbbı ile entegre olmuş bir tedavi her zaman başarıya ulaşıyor.
Vücudumuz neden hastalanıyor?
Bana göre hastalık; duygusal stres, beynin tahammül sınırlarını aştığı zaman ortaya çıkıyor. Bu genelde başa çıkmakta zorlandığımız travmatik ve yoğun duygusal olaylar tarafından tetikleniyor. Stresin üst sınırını aşmadığımız sürece, beyin durumu adeta görmezden geliyor ve hastalık yaratmıyor. Bu sınırı aştığımız takdirde, artık beyin bununla başa çıkmak zorunda hissediyor. Bu durum da beynin duygusal stresi her ne pahasına olur ise olsun azaltmaya çalıştığını gösteriyor. Bunu gerçekleştirmek için de birçok yola başvuruyor. Kaçıyor, yüzleşiyor, içgüdüsel davranıyor, çözüm üretmeye çalışıyor, duygusal şartlanmalarını değiştiriyor ve tüm bunların sonunda bir çözüm üretemediğinde de hastalığı yaratıyor. Daha net söylemek gerekirse; “Beyin soruna bir çözüm bulamadığında, BEDEN BİZİM İÇİN BİR ÇÖZÜM BULUR”.
Kanser hastalarının yaşadığı psikolojik süreç oldukça zor bir süreç. Kendiniz ve çevrenizle ilgili yaşadığınız deneyimleri, duyguları anlatabilir misiniz?
Sürekli bir uçurumun kıyısında hissi ile yaşıyorsunuz. Bir kanser hastası tanımıyorum ki ertesi sabah kontrolü varken yatağa yatıp mışıl mışıl uyuyabilsin. Sizinle uyuyup sizinle uyanan bir hastalık ile yaşıyorsunuz. Psikolojiniz, stres seviyeniz birebir hastalığınızı doğrudan etkiliyor. Her daim tutunmak için bir neden ile ruhu beslemek durumunda kalıyorsunuz. Bunun için de sürekli kendiniz ile çalışmalısınız. Etrafınızda ve yakın çevrenizde yaşadığınız kayıplar yıkıcı olabiliyor. Ben bunu, biri bu röportaj sorularına cevap verdiğim günde olmak üzere tam beş kez deneyimledim. Türkiye’de ilk tanıştığım kanser hastası Mustafa ağabeyim, 10 yaşındaki minik Abdil ve geçen sene kasım ayında kaybettiğimiz meleğimiz Nihal, hayatımıza bir melek daha kondu dediğim Sertaç ve bugün vefat haberini aldığım altı yaşında minik Yakup’umuz. Hiçbir ölüm kolay değil, her ölüm erken. Bir süre sonra gerçekliğe dönüp giden sevdikleriniz ardından, “Geride kalanlar için ne yapabilirim?” diye tekrar düşünmeye başlıyorsunuz. Ben melek Nihal’imizin ardından bir ay ülkeyi terk ettim ve uzunca bir süre çocuk hastalara yakın olamadım. Nihal o küçücük bedeni ve yaşı ile geride bana dernek olarak yerine getirmemiz gereken vasiyetler bıraktı. Durmak yok, yola devam. Verilmiş sözlerimiz ve her sene artarak çoğalan binlerce kanser hastamız var.
Kanserin bu kadar yayılmasını neye bağlıyorsunuz?
İnsanın doğasından uzaklaşmasına bağlıyorum. Değişen ortam şartları, beslenme şekilleri, zarar veren alışkanlıklar, zarar veren düşünce şekilleri. İyileşmek için multidisipliner bir bakış açısı ve tedavi şekli gerektiğini savunuyorum. Diğer yandan ise hastalanmanın da aynı şekilde tek bir şeye bağlı olmadığını, birden çok etken ile birleştiğinde eterik bedende ‘hastalık’ olarak ortaya çıktığına inanıyorum. İnanmaktan da öte bunu çok uzun bir süredir gözlemliyor ve deneyimliyorum.
“Hastalık bize varlığına sebep olan zihinsel davranış kalıbını değiştirme şansı veriyor. Bunu yapmadığımız takdirde hastalık, organizmamızın aynı ya da başka bir yerinde yeniden ortaya çıkacaktır.”
İyileşme döneminin yardımcıları
Dida Kaymaz iyileşme süresince faydalandığı teknikler hakkında da bilgi verdi.
ALgIYI YENİdEN ÇERÇEVELEME
Algı, herhangi bir şey ile ilgili ne hissettiğimiz ve düşündüğümüzdür. Genelde her zaman farkında olduğumuzdan daha fazlasını algıladığımız için algı ‘düşünülenden’ daha çok ‘hissedilendir’. Deneyimlediğim ‘algıyı yeniden çerçeveleme’ tekniği ile hissedilenleri yeniden şekillendirmek mümkün. Algılar; tarihçemiz, tecrübelerimiz, travmalarımız, çözümlenmemiş hislerimiz, inançlarımız ve daha birçok etmenden oluşuyor. Algılar her zaman birtakım körelticilerle birlikte geliyor; bunlar görüş açımızı daraltıyor, dolayısı ile farkındalığımızı köreltiyor ve refahımızı engelliyor. Algıyı yeniden çerçeveleme tekniği ile bu körelticiler esnetiliyor; böylece mevcut sorunla ilgili daha büyük resmi algılamamızı sağlayan daha büyük ve farklı bir pencereye sahip oluyoruz, bilinçaltında algıladıklarımız dolayısı ile de hissettiklerimiz değişiyor. Bu tecrübe Dida Kaymaz için tam anlamıyla ‘hayat değiştiren’ bir tecrübe olmuş. Bu yöntemin bilimsel altyapısı ve temeli Dr. Alfred Tomatis’in duymak ve dinlemek üzerine yaptığı, yıllar süren geniş araştırmalarının sonuçlarına dayanıyor. Tomatis’in bulgularına göre kulağımızın duymadığı sesi üretemiyor ve algılayamadığımızı ifade edemiyoruz. Dolayısı ile algımızın izdüşümü sesimizde kullandığımız rezonansta mevcut. ‘Algıyı yeniden çerçeveleme tekniği’, bir olayı, bir problemi ya da ilişkiyi farklı görmeyi sağlayan güçlü bir teknik. Bu hayatın akışında ister hastalık olsun ister bir his, üzerine çalışabileceğimiz ve devamlı kapısını çalabileceğimiz bir uygulama.
CANLI BESLENME
Dida Kaymaz, “Canlı beslenme, hastalığın agresif ve kritik seyrettiği dönemlerde ve riski atlatıp, ayakta tedavi görmeye başladığım zamanlarda da hayatımda ve iyileşme yolumda baş kahramanlardan biriydi. Canlı beslenmeyi tanımlayacak olursam; yüzde 100 ü yakalamak her zaman elbette imkanlar dahilinde olmuyor fakat mümkün olduğunca organik, bitkisel gıdaların besin değerlerine zarar veren herhangi bir işleme maruz kalmadan, en besleyici halleriyle, en fazla 46 derecede pişirilmiş olarak, yani içerdikleri besinlerin canlı olduğu şekilde tüketimini öneren bir yaşam biçimidir” diyor.
AİLE DİZİZMİ – KONSTELASYON
Dida Kaymaz bu deneyimi şöyle anlatıyor: “Bu deneyim için çeşitli metotlar bulunuyor, kısaca bana uygulanan metot olan ‘Hellinger Sciencia’ oldu. Kasıtlı olarak yazımının böyle uygun görülmüş olduğu ‘Hellinger Sciencia’, özgün felsefe geleneğinde ‘scientia universalis’, yani evrensel bilim anlamına geliyor. Bütün önemli insan ilişkileri ve etkileşimlerini yönetiyor, hatta kuralların evrensel bilimi olarak kabul ediliyor. Bu düzenler, kadın ile erkek, anne-baba ile çocuklar ve onların yetiştirilişi gibi, öncelikle aile içindeki ilişkilere uygulanıyor. Bu bilim, çalışma yaşamımızdaki, organizasyonlardaki ve kurumlardaki düzenleri kapsıyor, hatta insan toplulukları ve kültürleri gibi daha büyük gruplara da uzanıyor. Aynı zamanda insan ilişkilerinde çatışmalara yol açan, onları bir araya getirmek yerine ayıran düzensizliklerin de evrensel bilimi. Bu düzen ve düzensizlikler vücudumuzda da yansımasını buluyor; hastalıklarda, vücut, ruh ve akıl sağlığımızda büyük rol oynuyor. Metodun uygulama boyutları arasında kadın ve erkek, anne, baba ve çocuklar, sağlık ve hastalık, iş ve başarı, organizasyonlar, uzlaşma ve barış bulunuyor. Dida Kaymaz, bu başlıklardan ‘sağlık ve hastalık’ ile ‘anne-baba ve çocuklar’ başlığı altında çalışmalar yapmış. Yaklaşık altı seans bu çalışmalar için yeterli olmuş fakat kişiye özel bir deneyim olduğu için herkeste farklılık gösterebiliyor.
YOGA
Yapılan bir çalışmaya göre yoga, radyoterapi gören meme kanseri hastalarında ağrı ve depresyonu azaltmanın yanı sıra yorgunluk yakınmalarının da azalmasını sağlıyor. Teksas Üniversitesi MD Anderson Kanser Merkezi’nde Tamamlayıcı Tıp Programı Direktörü Dr Lorenzo’ya göre yoga ile germe egzersizinin ötesinde meme kanseri hastalarının fizyolojisini etkileyerek uzun süreli yararlar sağlıyor. Aynı zamanda yaşam kalitelerinin de artmasına yardımcı oluyor. Bu çalışmada evre 0-3 olan ve radyoterapi alan 163 meme kanserli hasta, haftada üç gün yoga veya germe egzersizi yapan gruba karşılık, ne yoga ne de germe egzersizi yapan kontrol grubuna ayrılmış. Yoga veya germe testi yapan grupta radyoterapi verilen altı hafta süresince haftada üç gün birer saat uygulama yapmış. Araştırma sonucunda yoga yapan grupta bulunan hastalarda, germe egzersizi yapan kadınlara göre yoga ile sadece fiziksel değil, ruhsal açıdan da yararların olduğu saptanmış. Altı aylık süreç sonunda yoga grubunda olanlarda, aktif germe egzersizi yapan veya egzersiz yapmayan diğer gruplara göre fiziksel aktivite skorlarında belirgin iyileşmeler elde edildiği görülmüş. Yoga ve germe egzersizi yapılan hastalarda, egzersiz yapmayan kontrol grubuna göre halsizlik yakınmalarında belirgin düzelme görülürken, uyuma ve zihinsel sağlık açısından her üç grubun da benzer olduğu gözlenmiş. Stres hormonu olan ve bağışıklık sisteminin çalışmasını bozan kortizol hormonunun da yoga yapan grupta, diğer 2 gruba göre belirgin derecede düşük olduğu saptanmış. Bu sonuç, yoganın stres hormonu kortizol düzeylerini azaltarak hastalığın seyri üzerine de olumlu etkileri olabileceğini düşündürüyor.
Hastalıkların altyapılarında ne var?
Dünyaca ünlü kisisel gelisim yazarı Louse A. Hay’n ‘Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenler’ isimli kitabında hastalıkların duygusal altyapıları anlatılıyor.
• Akciğer sorunları: Hayatı kabul etmemek. Depresyon. Dolu dolu bir yaşama kendini layık görmeme.
• Alzheimer (Bunama): Dünyayı olduğu gibi kabul etmeyi, onunla ilişki kurmayı reddetme. Umutsuzluk ve çaresizlik (acizlik). Öfke. Çocukluğun sözde güvenliğine geri dönüş. Bakım ve ilgi talep etme. Çevresindeki kişileri bir yönetme biçimi. Hayatın yükünden kaçış.
• Anoreksi: Hayatı reddetmek. Aşırı korku, kendinden nefret etmek ve reddedilme korkusu.
• Apandisit: Yaşam korkusu. İyi şeylerin akışını engelleme isteği.
• Astım: Boğucu sevgi. Kendi bireyliğini, bağımsızlığını hissedememe. Kendini bastırılmış, boğulmuş hissetme. Bastırılmış ağlama. Kendini değersiz hissetme.
• Aybaşı sorunları: Kadın olmaktan yana duyulan suçluluk duygusu.
• Ayak/bacak rahatsızlıkları: Gelecekten ve hayatta ilerleyememekten korkma.
• Bağımlılıklar: Kendinden kaçmak. Kendini sevememek.
• Baş ağrısı: Değersizlik duygusu. Korku.
• Beyin uru: Yüklenilen yanlış inançlar. İnatçılık. Eski düşünce kalıplarını değiştirmeyi reddetme.
• Boyun ağrıları: Soruna bir başka açıdan bakmayı reddetmek. İnatçılık. Esnek olmamak.
• Böbrek sorunları: Yargılama, düş kırıklığı, başarısızlık. Utanç. Çocuk gibi tepki gösterme. • Bronşit: Bağırılıp çağrılan aile ortamı
• cilt sorunları: Kaygı, korku. Eski, derine gömülmüş bir tehlike. Dokunulma yoksunluğu.
• cinsel hastalıklar: Cinsel organların günah ve pislik yuvası olduğu inancı. Suçluluk.
• diyabet: Geçmişteki seçimlerinden pişmanlık duymak. Hayatı kontrol altına alma ihtiyacı. Derin üzüntü. Hayattan tat almama.
• düşük: Gelecek korkusu. ‘Şimdi değil, daha sonra…’ Yanlış zamanlama.
• Egzama: Aşırı muhalefet, düşmanlık. Zihinsel feveran.
• gastrit: Uzun süren kararsızlık.
• göğüslerdeki kistler, yumrular ve ağrılar: Aşırı annelik. Aşırı koruma. Aşırı tahakküm. Yaşamdan beslenmeyi engellemek.
• göz sorunları: Hayatta gördüğü şeylerden hoşlanmamak.
• guatr: Üzerindeki baskılara duyulan nefret. Kurban. Doyumsuzluk..
• Hazımsızlık: İçgüdüsel korku, kaygı, başa çıkamama.
• Hemoroid: Geçmişe duyulan kızgınlık. Geçmişin sorumluluğu altında ezilme.
• Hepatit: Değişime direnç. Korku, kızgınlık, nefret.
• İdrar yolu enfeksiyonu: Genellikle karşı cinse veya sevgiliye duyulan öfke. Başkalarını suçlamak.
• İktidarsızlık: Cinsel baskı, gerginlik, suçluluk. Toplum baskısı. Anne korkusu.
• İshal: Korku. Reddetmek. Kaçış.
• İştah (fazla): Korku. Korunma ihtiyacı. Duyguları yargılamak.
• Lösemi: İlham ve yaratıcılığın hunharca yok edilmesi. “Bunun ne yararı var?” yaklaşımı.
• Menopoz sorunları: Artık istenmemekten korkmak. Yaşlanma korkusu. Kendini kabullenmeme.
• Migren: Köşede sıkışıp kalma duygusu. Kusursuz olma isteğiyle kendi üzerinde aşırı baskı yaratma. Epey bastırılmış öfke. Hayatın akışına direnme.
• Nefes kokması: Kızgınlık ve intikam dolu düşünceler.
• omurga eğriliği: Hayata güvenmemek. Onursuzluk. Cesaretsizlik. Desteksizliğin korkusu.
• Mide bulantısı: Korku. Bir fikri ya da deneyimi kabul edememe.
• Kalp krizi: Haz duygusunu para, pozisyon vb. için feda etmek.
• Kan sorunları: Sevinç yoksunluğu ve düşüncelerin özgürce dolaşamaması.
• Kabızlık: Eski düşüncelerden vazgeçmeyi reddetmek. Geçmişe saplanmak. Bazen cimrilik.
• Kanser: Derin acı. Uzun zamandır süren kızgınlık, bir sır veya hüzün. İnsanı yavaş yavaş yiyip bitiren derin bir sır ya da üzüntü. Nefreti içine gömmek
• Kekemelik: Güvensizlik. Kendini ifade yoksunluğu. Ağlamaya izin verilmemesi.
• Kellik: Korku. Gerginlik. Her şeyi kontrol altında tutmaya çalışma.
• Kısırlık: Hayat sürecine duyulan korku ve direnç ya da anne-baba olmaya ihtiyaç duymamak.
• Kolesterol: Haz kanallarının tıkanması. Haz alma korkusu.
• Kolit: Aşırı derecede katı anne-babalar. Eziyet çekme ve yenilgi duygusu. Şefkate duyulan büyük ihtiyaç.
• Kronik hastalıklar: Değişimi reddetmek. Gelecekten korkmak. Güvende hissetmemek.
• Nefrit: Düş kırıklığı ve başarısızlığa gösterilen aşırı tepki.
• Parkinson hastalığı: Herkesi, her şeyi aşırı kontrol etme arzusu.
• Prostat sorunları: Zihinsel korkuların erkekliği zayıflatması. Vazgeçmek. Cinsel baskı ve suçluluk. Yaşlanma korkusu.
• Romatizma: Kurban rolü oynama. Hep haksızlığa uğradığını hissetmek. Sevgi yoksunluğu.
• Safra taşı: Katı düşünceler. Gurur.
• Selülit: Çocukluk anılarına takılı kalmak. Geçmişteki kötülükleri unutamamak. İlerlemekte zorlanmak. Kendi yolunu çizme korkusu.
• Sırt rahatsızlıkları: Desteklenmediğimizi hissetmemiz (sanmamız). Bu yalnızca işimiz, ailemiz, eşimiz vb. tarafından desteklendiğimiz yanlış sanısından kaynaklanır. Bizzat ‘Hayat’ın, ‘Evren’in bizi desteklediğini unuturuz.
• Soğuk algınlığı: Aynı anda birden çok şeyin olması. Zihinsel karışıklık. Küçük incinmeler.
• Şişmanlık: Korunma isteği. Aşırı duyarlılık.
• Tırnak yemek: Çaresizlik ve düş kırıklığı. Kendini yemek. Anne-babaya öfke duymak.
• Tiroid: Aşağılanmak. İstediğim hiçbir şeyi yapamıyorum. Bana sıra ne zaman gelecek?
• Uçuk ve kabarcıklar: Kırgınlık. Duygusal korunma yoksunluğu.
• Uykusuzluk: Korku. Hayat sürecine güvenmemek. Suçluluk.
• Uyuşma: Başkalarını umursamamak. Sevgi vermemek. Zihinsel duyarsızlık.
• ülser: Korku. Yetersiz olduğuna dair duyulan güçlü inanç. Sizi ne yiyip bitiriyor?
• Varis: Bulunduğun durumdan nefret etmek. Cesareti yitirmek. Aşırı yük taşıdığını hissetme.
• Yaşlılık sorunları: Eski düşüncelere bağlı kalmak. Şimdiyi reddetmek.
• Yatağı ıslatma: Ebeveyn korkusu.
• Zatürre: Umutsuzluk. Hayattan bıkkınlık. Duygusal yaraların iyileşmesine izin verilmemesi.
• Zona: Korku ve gerginlik. Aşırı duyarlılık.
Pozitif Dergisi 2015/04