33’üme doğru, mutlu sondan sonra ne oldu?
Plaza hayatını bırakıp, bir kafede garson olarak işe başlayan Fulsen Türker, hayatını 180 derece değiştirdi. Yaşadıklarını anlattığı yazı, hiç beklemediği bir şekilde sosyal ağlar üzerinden paylaşım rekorları kırdı. Sonra yazdıkları kitap haline geldi, onu görenler artık tanımaya başladı, mutlu sona ulaştı; mı acaba? Etrafımızda sıkça duymaya başladığımız dönüşüm hikayelerinin en renkli örneklerinden Fulsen Türker, Pozitif için “Gerçekten mutlu son var mı?”yı ve varsa “Mutlu Son”dan sonrasını kendi cümleleriyle anlattı.
Yazı: Fulsen TÜRKER
Merhaba, ben Fulsen. Doğumumla birlikte toplumun üzerime görev addettiği her şeyi sırasıyla yaptım. Anadolu Lisesi’ni kazandım, İngilizce öğrendim, iyi bir üniversiteye gittim, yüksek lisans yaptım. Kocaman şirketlerin yaldızlı kartvizitlerine afili unvanlarla adımı yazdırdım. Geçtiğimiz yazın haziran ayında işsiz kaldım. Evin kirasını, kedinin mamasını, bozulan elektrik süpürgesini dert ederken gözümü karartıp yaşıma, özgeçmişime bakmadan bir kafeden içeri girip garsonluk işine başvurdum. Yıllardır müşterisi olduğum yerde servis yapmak ağır geliyordu ama “bana uygun bir iş” bulana kadar yapabileceğim başka bir şey yoktu. Aradan bir ay geçti. Hala iş aramaya başlamamış olduğumu fark ettim. İş aramadığım her gün için kabul edilebilir sebeplerim -daha doğrusu bahanelerim- vardı. Bir şeylerin değişmeye başladığını hissediyor ama adını koyamıyordum. Garsonluk yapmaktan keyif almam doğru değildi. Ama mutluydum, dahası artık mutsuz değildim. Bu işte bir hata olmalıydı.
Herkesin ilacı farklı: Ben kendimi yazarak iyileştiriyorum…
Kabul etmemiz lazım, hepimizin çocukluktan kalma psikolojik problemleri var. Ebeveynlerimizin de vardı, biz neyi ne kadar çözümleyip üzerinde çalışırsak çalışalım çocuklarımızın da olacak. Hastalıklı yanlarımızla dolaşıyoruz sokaklarda. Kimileri bu gerçeği yadsıyarak başkaları ile uğraşmayı seçiyor, kimilerinin de tek derdi “daha iyi bir insan” olma yolunda sadece kendisi. Kimi uyur, kimi yürür, kimi konuşur; ben yazarım. Bir hata vardı. 32 yıl boyunca inşa ettiğim hayatımda deprem oluyordu, duvarlarım sallanıyor, sıvaları dökülüyordu. Kendim için yazmaktan başka bir tedavi bilmiyordum ve yazmaya başladım. İnsan kendine karşı dürüst olmayı becerebildikten sonra kimseyle yüzleşmekten çekinmiyor. Çocuk yaşta bünyeme almaya başladığım ve sorgulamadan kabul ettiğim doğruları yıkıp, kendime dürüst olmam kolay olmadı. Gerçekle karşı karşıya geldiğim anda ise herkese tek tek açıklama yapmaktansa “32’ime doğru, garson ve mutlu” isimli bir itirafname yazdım ve “Kamuoyuna duyurulur” başlığı ile sosyal medyamda paylaştım. O zamana kadar 500 kişinin takip ettiği bir blog’da bu yazının 300 bin kişi tarafından okunacağını hayal bile edemezdim. Hikayenin tamamını, Fulsen gerçekliğinde ve roman kurgusunda Okuyanus Yayınevi Dizüstü Edebiyat serisinde yer alan “Garson ve Mutlu” kitabında okuyabilirsiniz. Ben mi? Hala garsonum.
Yükselen burcum Yengeç mi? Hayır, olamaz!
Hikayenin en başına dönecek olursak, asıl yüzleşme yükselen burcumun Yengeç olduğunu öğrendiğim gün başladı. Bu dünyada herkes en az bir şeye inanmalı, derim. Ben astroloji ve nazara inanırım. Bilirkişilerin deyimiyle su katılmamış bir Oğlak burcu kadınıydım ve bu en sevdiğim sıfatlarımdan biriydi. Gerçekçi, disiplinli, çalışkan, sabırlı, güçlü ve kuralları olan… Doğum saatimi kimse hatırlamadığı için kendime yükselen burç olarak da Aslan’ı yakıştırmış, Oğlak olmamla gelen yönetici ve öncü yanlarımı kendimce pekiştirmiştim. Garson olarak çalışmaya başlamadan birkaç hafta önce astrolog bir arkadaşımın hummalı çalışması sonucunda ilk kez haritamla yüzleştim ve yükselen burcumun Yengeç olduğu suratıma bir tokat gibi çarptı. Olamazdı. Ben hayatım boyunca Yengeç’lerden nefret etmiştim. Romantik, sulu gözlü, anne ruhlu ve zayıflardı… Yıllar önce flörtleştiğim bir adamın Yengeç olduğunu öğrendiğim anda, teşekkür edip masadan kalkmıştım. Neredeyse kendimden nefret edecektim. Efkarımdan o gece üç kadeh cin tonik içtim. Yapacak bir şey yoktu, bununla yaşamayı öğrenmem gerekiyordu. O zamanlar henüz bilmiyordum. Bir şeyden nefret ediyorsan, kendi içinde onunla ilgili yüzleşmen gereken bir sorun varmış. Öğrenecektim. 15 yıldır Istanbul’da yaşıyorum. Adresim hep bellidir, kolay kolay değişmez. Tüm arkadaşlarım benim evimde toplanır. Hatta pek çoğu benim evimde tanışıp arkadaş olmuştur. Macerayı pek sevmem, kök salmış, yerleşik bir kadınım. Dışarıda bir hayat vardır, onlar çıkar, yaşar ve eve döner gibi bana dönerler. Güzel bir haberi kutlamak için de, canları yandığında ağlamak için de… Ben hep evdeyimdir. Hepsi içecek bir fincan kahveleri, yatacak yatakları ve istedikleri kadar kalacakları bir yer olduğunu bilir. İstemedikleri sürece konuşmak zorunda olmadıklarını da. Büyük sofralar kurup, onları beslemeyi severim. Her birinin en sevdikleri yemekleri de bilirim. Bunları düşünürken hatırladım. 2006 yılında katıldığım bir eğitimde, Fulsen’in swat analizini yaparken zayıf yanlarımın en başına “anaçlık” diye yazmış, tüm sınıfla “anaçlık” zayıf bir özellik olur mu diye tartışmıştım. 17 yaşında, ilk evime sahip olduğum günden beri benimle birlikte olan bu parçamla, özgeçmişimle yaratmaya çalıştığım başarılı kurumsal kadın imajına uymadığı için yıllarca kavga etmişim de haberim yokmuş. Kendine ağlamayı yasaklamış anne ruhlu bir kadınmışım ve zaman zaman ben de gücümü kaybedip zayıf düşebilir ve yardıma ihtiyaç duyabilirmişim ama bunların hepsini reddetmişim.
Şimdi geriye dönüp baktığımda anlıyorum. Kötü geçen günlerimin sonunda, yatağıma uzanıp tavanı izlerken, kendimi sakinleştirip uykuya dalmaya çalışırken hep aynı hayali kurarım. Herkesin güvenli bir hayali vardır, nefes alışlarını düzenleyen, tırnaklarını avcunun içinden söküp, kalp çarpıntısını geçiren. Benimkisi terasta kurulmuş bir şölen sofrasında arkadaşlarımı yedirip içirmekti. Peki gerçek buyken, garsonluk yaparak mutlu olacağımı anlamam neden bu kadar zamanımı aldı?
“Nefret” kelimesi aslında uyandırma alarmı…
Her gün kendimle uğraşmaya devam ediyorum. “Garson ve Mutlu” olduğum için her zaman gülümsememi bekliyorlar. Oysa ben sadece bir insanım. Hasta olabiliyor, yorgun düşebiliyor ve zaman zaman sinirlenebiliyorum. Kendimi kaptırıp, birileri ya da bir şeylerle kavga etmeye başladığımda, hele de ağzımdan “nefret” kelimesi çıkarsa her şeyi bir kenara bırakıp düşünmeye, düşünme yolum bu olduğu için de yazmaya başlıyorum. Altından hep kendimle ilgili bir sorun çıkıyor. Çıkmaya da devam edecek. Hayatın doğası bu. Geçen bir yıl içinde ne kadar değiştiğimi görebiliyorum. Şimdiye kadar gür sesli, heyecanlı, nefes almadan konuşan bir kadındım. Sayfiye yerlerinde sabahın ilk ışıkları ile aydınlanan o çarşaf gibi deniz kadar dingin bir ruh hali içindeyim. Sesimin tonu düştü, kelimelerimin arasına boşluklar yerleşti. İnsanların karakterleri ile kavga etmekten vazgeçtim. Yıllarca aradığım huzurun altını bu dinginlikle doldurdum ve daha da mutluyum.
Şimdi gitmem gerek…
Eşim, dostum, arkadaşım, maailem, kitap yayınlandıktan sonra hayatımın değişeceğine inanmışlar. Kimileri Cihangir’e taşındığımı, günlerimi Karaköy’de önümde bilgisayarım, kahvemi yudumlayarak geçirdiğimi zannediyor. Kimileri ise geçen bu yılı, bir nekahat dönemi olarak tanımlayıp, “bana uygun bir işe girip, bana yakışan hayata dönmemi” bekliyor. Bazılarına “kitabı tekrar okuyun o zaman” diyebiliyorum, bazılarına diyemiyorum. Babaannem bu kitapla çok gurur duyarken, bunun sayesinde “bana layık” bir iş teklifi alacağıma inanıyor. Anneannem her telefon konuşmamızda, kitapta bahsi geçen Osman’ın iş tekliflerini artık kabul etmemin zamanı geldiğini düşünüyor. “Çok güzel yazıyorsun, sen yine yaz, hep yaz ama önce düzgün bir işe girip öyle yaz” diyen onlarca kişi hala o düzgün işler mengenesinin insanın yazabilecek yanlarını sıkıştırıp yok ettiğini anlayamıyor. Biraz daha zaman lazım, geçen yıl bunu ben de anlayamazdım. Oysa şimdi biliyorum ki garsonun mutlu sonu sadece başlangıçtı. Hayatımın rönesans dönemiydi. Şimdi reformlara geçiyorum. Bu yüzden gitmem gerek. Sekiz yaşında ilk kez Boğaz Köprüsü’nden geçerken aşık oldum İstanbul’a. Dokuz yıl boyunca tek hayalim İstanbul’du. Üniversite sınavına bile İstanbul’u kazanmak için girmiştim. Öyle büyük bir aşktı ki benimkisi, bir kez olsun trafiğinden bile şikayet etmedim. Tinercisi boğazıma falçata dayadığında lanet etmedim, mendilcisi eteğime yapıştığında küfür etmedim. Geçen 15 yıl içinde sayılı kez ayrıldım bu şehirden. Hiçbir tatil bölgesinden geri dönmek istemediğim olmadı, hatta tatilin bile en çok İstanbul’da yapılanını sevdim. Emeklilik hayalim ise Beşiktaş’ta bir evdi. Geçtiğimiz yaz, Sinop’tan İstanbul’a araba ile dönüyorduk. Neredeyse 10 yıl sonra ilk kez gündüz gözüyle yolculuk yapıyordum. İçinden geçtiğimiz her şehir bana 1980’lerin Eskişehir’i gibi göründü. Birkaç yıl önce Saraybosna’ya gittiğimde de gözüme hep aynı görüntü geldiğini hatırladım. O vakit bu vakittir düşünüyorum. Sanki ben İstanbul’a aşık olduğumda İstanbul dışındaki tüm şehirler, hayatlar dondu; zaman tüm nimetlerini bir tek İstanbul’a sundu. Sadece biz geliştik, biz değiştik. Oysa dışarda başka bir hayat var. Başka şehirlerde yaşayan o insanların hayatları da hayat, aşkları da aşk, hayalleri de hayal. Oysa ben İstanbul dışında ne otobüse binmeyi bilirim ne de hayal kurmayı. Bu işte bir hata var. Çözmem için gitmem gerek. Ve evet, acı gelse de bugün en işlek caddelerinden birinde çalıştığım İstanbul, artık benim İstanbul’um değil. Hayır, trafiğinden bile hala şikayetçi değilim. Ama İstanbul’u sevmeden inatla İstanbul’da yaşayanlardan şikayetçiyim. Bu şehri onlar bu hale getirdi. İstanbul’un sırtındaki nefret dolu insan yükü çok ağır. Birileri buradan gitmek zorunda. Onlardan biri olduğumu sanmıyorum. Lakin onlar gitmediği için benim gitmem gerek.
Kira sözleşmesinin sahip olmadığı bir hayat…
Gitmek ilk önce evimden vazgeçmek demekti. Yıllarca sığınağım olmuş, beni saklamış, korumuş evimden. Sadece benim için de değil tüm sevdiklerim için barınak olmuş o kutsal mabedimden vazgeçmem gerekti. Barınmak insanın en temel ihtiyacı “gibi.” Bu şehre ayak bastığım günden beri, hayatıma dair en büyük kararları “önümüzdeki ay kirayı nasıl ödeyeceğim?” sorusu aldı. Hangi işlerde kaç saat çalışacağımdan, hangi şarabı içip içemeyeceğime, hangi konsere gidip gidemeyeceğime kadar. Hayatım bir kira sözleşmesinin hükümdarlığı altında sürdü, gitti. Şimdi ben, bir kira sözleşmesinin sahip olmadığı bir hayatın içinde kim olacağımı merak ediyorum. Tabii sadece konu evim de değil. İnsanlarımdan uzakta bir yerde olacağım. Bir telefonla yanı başımda biten dayımla teyzem olmayacak artık yanımda. Bir kahve ya da iki bira için yol üstünde buluşacağım dostlarımdan çok uzakta olacağım. Güvenli bölgemden çıkıyorum. Korkmadığımı söylesem en başta kendime yalan söylemiş olurum. Korkuyorum. Diğer yandan ise parkta ilk kez annesinin elini bırakmış ve nereye koşacağını bilmeyen o küçük çocuğun heyecanı var içimde. Sanırım 33 yaşıma gelirken daha yeni büyüyorum.
Koca bir hayat kaç koli eder?
Önce kıyafetlerimi dağıtmaya başladım. Tam 23 tane eteğim varmış. Bir insanın 23 tane eteğe neden ihtiyacı olsun? Bir ya da iki kez giyilmiş asgari ücret ederinde elbiseler… Yedi kadının gardırobuna dağıldılar. Üç çizme, altı topuklu ayakkabı verdim. Topuklu ayakkabıları zaten hiç sevmedim. “Ama bu pantolon çok güzelmiş. Sana olmuyor mu?” “Oluyor ama ihtiyacım yok.” “Sen daha giyersin bunu. Yepyeni. Verme.” “10 tane pantolonum olsa hepsini giyebilirim ama iki pantolon bana yetiyor, gerek yok. Sen güzel günlerde giy.” Sonra kütüphanemi dağıttım. Bunu aslında birkaç yıldır dönem dönem yapıyordum. Kitapların serbest dolaşım hakkı olduğuna inanıyorum. Geri dönüp tekrar okumayacağım kitapları “Ben bir zamanlar bunu okumuştum” gösterisi yapmak için duvardan duvara sergilemeyi, evden eve taşımayı gereksiz buluyorum. “Okuduktan sonra okuması gerektiğini düşündüğün biri olursa ona ver” nasihatıyla dağıttım hepsini.
İstanbul’dan kaçış sorunsalı…
Beş yıl önce son oturduğum eve taşındığımda duvarları yeşile boyatmıştım. Yine yeşilli sarılı yaprak yapıştırmaları ile süslemiştim. Her sabah elimde kahve fincanı bir ucuna oturup, o duvarı izlediğim kanepem meşe ağacı kahvesi rengindeydi. Diğer taraftan doğayla iç içe yaşam hayali kuranlara “Ben dağın başında yaşayamayacak kadar çok korku filmi izledim” cümlesini kurar, konuyu kapatırdım. Beş yıl önceki kalkınma planımda, bugün için bunları kurgulamamıştım ama artık her sabah kapımı Beydağları’na karşı açacağım. Kahvemi gerçek yeşili izlerken içeceğim. Bu şehirde yaşamak istemediği halde kalanların ilk sorgusu -ya da savunması- “başka şehirde ne iş yaparız ki?” oluyor. Garson olmanın en güzel tarafı, seni herhangi bir şehirle sınırlamaması. Şimdi gidiyorum. Evet, İstanbul dışında nasıl yaşanacağını bilmiyorum. Öğreneceğim. Ya da en kötü ne olabilir ki? Kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırıp geri dönerim ama denemedim demem. Belki de bir daha hiç dönmem. Bunu zaman gösterecek.
Pozitif Dergisi 2014/04