Şarkı sözlerini önce kendine yazıyor Jehan Barbur. Son albümündeki “Kendime” şarkısında da önce kendi korkularıyla yüzleşiyor. Duygulardan korkmak yerine kendini onların içine usulca yatırdığını, o hali de sevmeyi öğrendiğini ve o halin içinde her geçen gün daha az debelendiğini söylüyor.
PINAR GOGULAN
Gümüşlük’ün akşam güneşi aydınlattı güzel yüzünü. İlk kez o akşam tanıdım onu. Bir avuçtu… Konuşmaya başladığı anda devleşti. Hele şarkı söylemeye başladığı o an! İnsanın tüm hücrelerine şifa akıtan o kadife ses…
Siz bir ses sanatçısı olarak tanıyorsunuz onu. Benim içinse yeni çağın romantik ozanı Jehan Barbur. Cilalanmamış, bükülmemiş, süsten uzak. Kelimelerin efsununu en güzel telaffuz edenlerden biri o. İlahi bir frekansa bağlanıp her an yazan, yaratan, besteleyen, ilahi aşkı şiirlerine akıtan, hayata dair güzel olan her şeyi bulabildiğiniz samimi bir can.
Hayata meydan okur tavrı, memleket sevdası, hümanistliği, Gümüşlük köylüsüyle kaldırımın tozunu minder yapıp akranlık edişi, hakikatliliği, çocuk sevgisi, hayvan sevgisi ve içinde bulunduğu camiaya nispet takındığı “sıradan” halleri.
Yine bir Gümüşlük akşamında buluştuk güzel kadınla. Yine benim çocuksu hayallerimi yüce gönlüyle dinledi, ortak oldu. Ve dedim ki heyecanla, “Bunları anlatmalısın. Bana anlattıklarını, onlara da anlatmalısın!” “Yaz!” dedi, “Şimdi anlatayım… Hadi yaz!”
İşte kumsaldaki ayak izlerimizden, kıyıya vuran yosun kokusundan, kahkahaya karışan bir damla gözyaşından, kalpten kalbe akanlar…
Yazıyorsun, çiziyorsun, söylüyorsun, oynuyorsun, sen sürekli yaratıyorsun. Bunu nasıl yapıyorsun?
Nasıl yapıyorum? Sana şöyle bir şey söyleyeyim mi? Evdeki bir koltuğun üzerindeki yeşil ve kırmızı yastığın yerini değiştirdiğim zaman da kendimi küçük bir şey yaratmış gibi hissediyorum. Bir anne olamamış olmak da belki yaratma içgüdümü, fazlasıyla kadın olduğum için fişteklemiş olabilir. Çünkü herhalde bir kadın için bir çocuk en büyük yaratılardan… Yani en büyük yaratıdır, yaratılardan biri bile değildir. Yaşamaya katlanmak için yaratıyoruz. Sanırım günün sonunda hep kendimi ifade etmek için; büyük bir egoyla, büyük bir bencillikle…
Yaratmak mıdır adı onun yoksa var olan bir şeyi yeniden ete kemiğe büründürmek midir, emin değilim. Çünkü söylediğimiz her şey ve yazdığımız her şey daha evvelden söylendi ve yazıldı. Ama biz küçük hayatımızda milyonlarca yılı yeniden algılamakla meşgulüz ve içinden sürekli bir anlam çıkarmaya çalışıyoruz ki yaşadığımız hayat öleceğimiz için anlamsız olmasın.
Ve herkesin yaratma yetisi var, sadece bazılarımız buna daha fazla zaman harcıyor ve birilerine niye yaşadığını hatırlatmak istiyor. Yaradan’ın ifşasıyız, onun bir parçası olduğumuz için var yaratma ihtiyacı.
“ Herkesin yaratma yetisi var, sadece bazılarımız buna daha fazla zaman harcıyor ve birilerine niye yaşadığını hatırlatmak istiyor.”
Jehan Barbur şarkı söylüyor, şiir yazıyor, köşe yazarı, oyuncu.Hangi kimliğinde, hangi kostümünde kendinsin gerçekten?
Tam bir kaltak Jehan Barbur, tamamen böyle… Tam bir yelloz, tam bir hayat açı. Bütün öğrendiklerini yıkmaya çalışan, yanlış kaynamış olduğunu düşündüğü kemiklerini tekrar kırıp ahlak denilen olguyu yeniden kendince yapılandırmaya çalışan, hayatı hissetmeye çalışan biri. “İyi olmaya çalışan biri” demeyeceğim çünkü iyi olmaya çalışmak demek bir kötülükten sıyrılmak demek olsa gerek. Kötü olmak insanın iki saniyesini alıyor. “O akıntıya kapılmamaya çalışan biri” diyelim. Ben yaşamayı çok seviyorum. Acısıyla, sancısıyla, her şeyiyle ve o sancı dönemi geldiğinde bitsin diye bekliyorum ki tekrar kutlamalar başlasın.
Varoluş kutlamaları…
Jehan çok basit biri; fakat ciddi derecede ukala, ciddi derecede hiçbir şey bilmediğine kani olmakla birlikte çok fazla şey bildiğini düşünen çünkü iç sesine çok kendini dayayan biri. Her yerde var olmak isteyen biri. Var ne demek? Her yerde yaşayabilir hale gelmek isteyen bir semender kendisi. Kendini önemsemek istemeyen, yaşlanmaya tamam diyen. Gerçekten zikri ile fikri ile var olmak isteyen; ona bahşedilmiş bir yetenekle değil. Anarşizme inanan ve anarşizmin eğitimden ve bilmekten geçtiğini düşünen. Daha çok gülmek için arzu eder ki daha çok kafa tutsun hayata.
En sevdiğin halin hangisi?
Aşık halim.
En sevmediğin halin?
Aşık halim.
Nasıl çıktın peki yola? Nasıl sen oldun sen?
Sorarak, uzun bir sessizlikle başladı her şey. Aile hayatına hiç girmeyeyim. Uzun bir sessizlikti hep çocukluk. Sonra hep anlatmak istemek, hep doğruyu söylemek. Benim en büyük rakibim el alem oldu sanırım. El aleme kendini rahat hissettirmek. Sevgili “el alem” ile başladı her şey. El aleme bir şeyler söylemek, herkes çırılçıplak olsun istemek ki böylece kendimi de kabul ettirebileyim. Etmeseler de kaç yazar ama norm içinde yaşıyoruz. Delilik norm dışına çıkmak ya. Onları da kendime benzetmek istedim. Yola çıkışım bu. Şimdi söylüyorum, aklıma bu geliyor.
Benzetebildin mi?
Bir kısmını benzetebildim herhalde. Bir 30-40 sene sonra daha iyi anlaşılır. Yaşlansınlar bakalım.
Korktun mu peki yolda?
Korktum ama iki üç sene evvel, “Kendimi” adlı şarkıyı yazarken şöyle bir cümle kurup da kendime onu tekrar tekrar söyledim: “Korktuğun kadar razısın.” Onu ben insanlara söylerken önce kendime söylüyordum. Korktuğum kadar razı olacağım bir hayatın içerisinde yaşamamaya karar verdim. O yüzden artık duygulardan korkuyorum ama yine de o balçığa yatırıyorum kendimi ve “Velev ki seviyorum” diyorum bu bataklığı. Şimdi artık daha az debelenme derdindeyim. Öğrendiklerimi tekrar silip yeni şeyler yazmaya çalışıyorum.
Korktuğunda neye sığındın hayatta?
Her zaman aşka sığındım. Kendime yalan aşklar uydurdum. Kendime platonik sevdalar yarattım. Çünkü bir kanseri bile tedavi eden tek şey aşk oldu; bir çıkmazı, bir taziyeyi, bir yası… Aşk garip bir hormon. Sartre’ındı herhalde o laf, “Sevmek bir sevilme manifestosudur!” diye. Bu aşk illa bir adama duyulan aşk değil tabii ki. Bazen yeri geldi seyircimle dinleyicimle kendimi ederli hissettim iki saatliğine.
“ Bir annenin evladının misafir olduğunu bilmesi lazım, onu salması lazım. Bir evladın anneye misafir geldiğini bilmesi lazım. Umutsuz olduğumuz evlerden artık bir misafir olarak çıkabilmemiz gerektiğini bilmemiz lazım.”
“Sevmediğim Atlaslar” adlı bir şiir kitabın var. Nereye ait hissediyor bu kadın kendini?
Artık hiçbir yere ait hissetmek istemiyor. Sanırım o zaman kurtuluruz. Çünkü çoğu insan bir evliliğe, bir aileye, bir kocaya, bir çocuğa, bir evlada, bir anneye, bir eve ait hissediyor. Bense hiçbir yere ait hissetmek istemiyorum. Özgür olmak istiyorum. İstediğim zaman kalkıp gidebilmek istiyorum. Ütopya ama Ferhan (Şensoy) abinin dediği gibi, Ceylan Ertem de şarkısını yapmıştı, “Ütopyalar güzeldir.” Ama ben ütopyaların güzel olmasından ziyade, yaşanılabilir olmasını istiyorum. Erkan Oğur’un “Bir Ömürlük Misafir” albümündeki gibi misafir olabilmek lazım. Bir annenin, evladının misafir olduğunu bilmesi lazım, onu salması lazım. Bir evladın anneye misafir geldiğini bilmesi lazım. Umutsuz olduğumuz evlerden artık bir misafir olarak çıkabilmemiz gerektiğini bilmemiz lazım. Bu aralar kendimi Gümüşlük’e ait hissediyorum. Aslında tam tersi Gümüşlük’ün bana ait olduğunu hissediyorum.
“Evim Neresi” adlı albümün çıktı. Gerçekten evin neresi?
Ruhumun evi, mahpushanesi huzurlu olduğu yer. Huzur da bir mahpushane. Ama reel olarak evim Gümüşlük bu sıralar. Mutluyum. Bana bugün sorsa burada ölmek isterim. Burada kendimi iyi, insan hissediyorum. Bir mahalle hayatıydı özlediğim. O da burada. Seviyorum mahalle hayatını.
Kimsin mahallende?
Köyün şen dulu, delisiyim. “Delisin” diyorlar bana ama olsun. Bunlar insanı ne kadar özgürleştiren şeyler… Deliye dokunmuyor kimse. Neye göre, kime göre deli? Niye kapatıyoruz ki bütün bu delileri içeri? Çok özgürleşmiş olduklarını düşün. Bir kimya bozukluğu olarak adlandırsak da norm dışı. Norm sevmiyorum ben. Ben oradan dışarı çıkmaya cesaret ediyorum. Risk alıyorum.
Ne olacak? Ne olursa olsun! 78’ime kadar yaşamasam da olur ama hissetmek istiyorum her şeyi sonuna kadar. Çok zararlı da bir şey. Çünkü böyle yaptığımda kendimi korumaktan vazgeçmiş oluyorum. Ama ne için kendimi korumalıyım? Hiçbir şey için. Korusam ne olacak? İnsan bir dönem korunmaya ihtiyaç duyuyor, ondan da annesi sorumlu. Sonra neyden koruyabiliriz ki kendimizi? Zarar görmemek için yaşamayı bırakmak mı? Hır gür yaşamamak için mutsuz olduğun bir dört duvar içinde bulunmak mı? Aşk acısı hissetmemek için veya biri seni terk etmesin diye ayrılmamak ya da aşk yaşamamak mı? Artık zannederim hepsine varım. Eskiden çok korkuyordum. Şimdi varım. Ne olabilir ki? En kötüsü ölürüm. Zaten öleceğiz.
“ Aslında en cesur şey yaşamak işte. Ölmemek çok büyük cesaret her şeye rağmen her acıya rağmen vazgeçmemek.”
Cesaret nedir senin için?
Benim için cesaret doğru zamanda bir yeri terk etmekti ya da birini. Benim için cesaret korktuğum şeyi yapmak değildi, gerçekten doğru zamanı kollamaktı. Benim için cesaret bağlanmamaktı. Benim için cesaret yalan söylemekti, yalan söylememek değil. Çünkü onun vicdan azabı ile yaşayabilmekti. Benim için cesaret yaptığım bir hatayı, mesela bir aldatma öyküsünü sevdiğime itiraf etmemekti. Onunla yaşayabilmeyi becermekti. Benim için cesaret olduğum insandan vazgeçmemekti. Ve “Daha nasıl olabilirim?” i düşünmekti. Aslında en cesur şey yaşamak işte. Ölmemek çok büyük cesaret her şeye rağmen her acıya rağmen vazgeçmemek. Mücadele demiyorum o ayrı. Vazgeçmemek de ciddi bir mukavemet gösteriş şekli sanırım.
Kişisel gelişim, ruhun tekamülü sende ne anlam ifade diyor?
Kişisel gelişim bir kere bilmeye meyletmek, öğrenmeye meyletmek demek. Bunu insan toplumdan ziyadesiyle alıyor. Değişken toplumlara da bakmak lazım. Sevan Nişanyan, ”Baba Öyküler” kitabımdaki bir paragrafta der ki: “Aile çocuğa sadece güven ve sevgi telkin etmekle görevlidir. Eğitemezsin çocuğu, çocuk eğitimini toplumdan alır.” Doğru bir şey olduğunu düşünüyorum. Daha derinlemesine bir yazı ama muhtemelen ben de annemin, babamın verdiği güven ve sevgisi kadar sağlam ya da az sağlam basıyorumdur yere. Ama ben içinde bulunduğum toplumla şekillendim. Jargonum öyle. Okuduğum kitaplardan aldığım kelimeler, kullandığım cümlelerle de o yaşadığım toplumu etkiledim, bir jargon çıkardım.
Küçük çekirdek toplumun içerisinde güçlendim, ayakta durdum, onlardan bir şey öğrendim. Kişisel gelişimimi onlar kadar olmak için, onlardan aşağıda kalmamak için sağladım belki. Sonra tek başıma kaldım. Tek başına kaldığın zaman kendine veremediğin cevaplar ve seni yaralayan hisleri de tedavi etmek için okumaya başlıyorsun. Başka hayatlar okuyorsun çünkü insan bir hayat yaşıyor. Başka fikirler okuyorsun ama yine onu kendi aklınla okuyorsun, kendi bildiğin hayat kadar okuyorsun. Yine kendi içinde yaşadığın toplum kadar okuyorsun. Başa dönecek olursak, tekamüle inanırım, marazlı gelen her ruhun temizlenip tekrar geldiğine inanırım. Reenkarnasyondan bahsetmiyorum burada. Bir ders almaktan bahsediyorum.
Tanrı’nın ifşasıysak mükemmel bir yaratı olmamız gerekiyor. Ama her mükemmeliyeti de yaralı ve marazlı parçalarının bütünü sağlıyor değil mi? O marazlı parçaları belki de düzeltmekle mükellefiz. Huzura kavuşmak için, var olabilmek için… Uykuda olduğumuzu düşünüyorum ve uykudan zaman zaman minik aralıklarla uyanıp bazı şeylerin farkına vardığımızı… Kendinin farkında olmak değil bu. Çünkü buna sırt dayayıp “Kendimin farkındayım” diyen bencil insanlar türedi. Hiçbir zaman o kadar kolay bir yol değil. Bilmiyoruz ki acaba annemin annesinin annesinden nasıl bir genetik miras aldım ve onun nasıl bir suçluluk duygusunu taşıyorum benliğimde. Nasıl farkına varabilirim bunun? Kendimi yaşayarak… Bu yeterli. Kendimden kaçarak değil yani. “Ben böyle olmamalıyım”dan ziyade, “Ben böyleyim” demek ama bunun nedenini biraz hissetmek…
Ben takıntılı biriyim. Asla çok rahat, “Aman canııım” diyen birisi olamayacağım. Ama takıntılarımın şiddetini azaltabileceğimi biliyorum. Biraz zaman, biraz bilgi, biraz abdallık, biraz başkalarının hayatına bakmak ile bunu yapabilirim. Farkındalığın içinde kendine duyduğun özlem ve sevmenin dışında başkalarının da farkında olmak, onları anlamaya çalışmak var.
Senin yazarken de bir başka frekansa bağlandığını düşünüyorum ve inanıyorum.
Öyle.
Hiç kanallık ettiğini düşündün mü?
Evet, çok. Başka insanların acılarına, sevinçlerine, bana ait olmayan bir şeye bağlandığımı çok düşündüm. Ben bunları yazıyor ve bunlara inanıyorsam da kendi hayatımda bunlara kabil değilim ve böyle yaşamıyorum. Çünkü benim değiller, olmayı istediğim ve arzu ettiğim birtakım modeller onlar. Bilmiyorum, hissediyorum sadece. Sevgili müzisyen Sumru Ağıryürüyen demiştik ki: “Bence insanlar ölüp gidiyor ama onların anıları, fikirleri havada asılı kalıyor ve bizim gibi birtakım insanlar bunlara bağlanabilme yolunu bulmuşlar ve onu ilham olarak tanımlayabiliriz. Ne dersin?” Belki de öyledir.
Ne güzel söylemiş, ağzına sağlık. Peki senin dünyadaki misyonun ne sence?
Öncelikle yaşayabilmek. Sonra, bir misyonsa eğer insanlara hayatta sonsuz seçenekleri olduğunu hatırlatmak ve sevmelerini hatırlatmak. Bir şarkıyla bir şiirle sevgiyi hatırlatmak, sevgisiz kaldığım zamanda bile, açlığımı yazarken bile sevgiyi hatırlatmak. Başka bir şeye inanmıyorum. Klişeler çalışır. Sevgi güzel bir şey, ötesi yok.
Peki sevgiyi ararken hiç kaybolmuş hissettin mi?
Sevgiyi bulduğumda da çok kaybolmuş hissettim. Sebebini soracak olursan, yeni ve başka bir sevgi olmayacağından korktum, öyle bir açlık. Yani bir aşk yaşarken “Ne yani, bununla mı kalacak hayat?” diye çok korktum. “Bir daha aşık olmayacak mıyım?” diye bırakıp gitmişliğim de var. Her şeye sevgiyle tutunmak…
“Baba Öyküler” adlı kitabında neydi başlangıç noktan, neden baba öyküler?
Babalığa inanmadığımdan… Babalığın içgüdüsel bir şey olduğuna inanmadığımdan ve dünya üzerindeki erkeklere -özellikle Türk toplumunda lüzumsuz bir rol model yüklendiğinden… Dolayısıyla ebeveynlerin çocuğa aktardığı, “kahraman baba” kavramı nedeniyle çocuk aslında hep eksik bir kahramanla büyüyor çünkü adamda böyle bir içgüdü yok. Adama öyle bir şey yükleniyor ki sonunda da bir baba boşluğu, yarası yaratılıyor. Yok öyle bir şey… Yok… O da bir insan, öyle görmek lazım. Annelik var sadece. Babalık bir rol, bu kadar büyütülmesine gerek yok. Herkeste baba bir yara çünkü baba o rolü ifşa edemez. Öyle bir içgüdüsü yok, bir kahraman değil. Olmak için çabalıyor, batırıyor. Sevgisiz kalıyor, aldatıyor. Çocuk zedeleniyor. Halbuki böyle bir masal anlatılmış olmasaydı o çocuğa, o kahramanı hayatı boyunca aramayacaktı.
GERÇEK Mİ HAKİKAT Mİ?
Sahnede bazen çocuk Jehan’ı görüyorum. İçindeki yaramaz kız çocuğunu. Aranız nasıl? Son günlerde muhabbette misiniz?
Yani aslında unutulması gerekiyor sanırım çocukluğun. Geçmişini taşıyorsun, bazen çok yaralayıcı oluyor. Ben seviyorum çocuk halimi, hep öyleyim. Belki anne olmadığım için de hep çocuğum. İnsan çocuk doğurunca yetişkin oluyor sanırım. Bir yerde… O bir yerde de yok bende. Ben deliliği, aklıma geleni yapmayı, oyunlar oynamayı çok seviyorum.
Seviyor mu içindeki çocuk şarkı söylemeyi?
Evet, çok… Eğleniyor, eğlendiği zaman çok seviyor. İçimdeki çocuk aslında belki de tam olarak çocukluğunu yaşayamamış bir çocuk. Hani şimdi yaşamaya çalışıyor.
Çocukluk hayalin neydi?
Aşık olmak.
Gerçekleştirdin mi?
Çok… Belki gerçek ya da değil ama evet…
Senin yazdığın bir şiir, “Bıraktın mı hiç kendini, oluruna değil de bir başkasına…”
Neydi özgül ağırlığın, seni seven ve sevmeyen bir kadının kollarında…
İnsanlar yüzlerce kişisel gelişim eğitimine katılıyor. Şiirde bahsettiğin o güven ve teslimiyeti öğrenebilmek için.
Aslında ben hep birisi bana kendini bıraksın istedim, neden bilmiyorum.
Peki nasıl bırakır insan kendini, nasıl teslim olur birine?
Başkasına güvenerek, başkasının da ondan daha farklı düşündüğüne itimat ederek. Başkasından kendisine fayda gelebileceğini düşünerek, tek doğrunun kendisinde olmadığına inanarak. O hegemonyadan çıkarak… Teslimiyet, alsın biri bana sahip olsun demek değil. Arada bir karar mekanizmasını değiştirerek, o mekanizmayı bozarak, o mekanizmayı ortadan kaldırarak… Bir karar alınmamasını da uygun görerek… Su akar yatağını bulur. Suya kendini teslim ederek… Hayata, acıya, aşka, her şeye teslim… Teslim olmak… Ne kadar ayak diretirsen diret, hayat sana yaşatacağı şeyi yaşatıyor zaten.
Peki nasıl güvenir insan?
Güven verir önce. Nedir güven? Niye güveneceksin? “Bir adam sevdi beni ve ömür boyu benimle” mi? Hayır. Yanlış bir güven. Bu bir güven duygusu değil. Ben doğru söylemesini isterim mesela. Benim için güven odur.
Dürüst olsun.
Evet. Dün başka bir şey söyleyebilir, bugün başka… Yeter ki doğruyu, hakikati söylesin. O anki hakikatini… Kaçtığını değil, olması gerekeni değil, hakikati… Buna güvenirim.
O halde önce kendine hakikatli olsun.
Evet. Hakikatli olsun. Realite değil. Realite kapitalist bir şey, günümüzün gerçeği. Yani “Bugünlerde böyle konuşma, başın belaya girer” bir gerçek ama senin doğruyu söyleme arzun hakikatin. Gerçekle hakikat arasında çok ciddi bir fark var.
“İnsan bir dönem korunmaya ihtiyaç duyuyor, ondan da annesi sorumlu. Sonra neyden koruyabiliriz ki kendimizi? Zarar görmemek için yaşamayı bırakmak mı? Hır gür yaşamamak için mutsuz olduğun bir dört duvar içinde bulunmak mı?”
Aslolan neydi?
Yaşamak!
En iyi öğretmenin?
Acılarım.
Gördüğün en güzel şey?
Adamlar.
En sevdiğin dua?
Lütfen!
En sevdiğin insan?
Annem.
Bir daha dünyaya gelseydin?
Çok yorucu olurdu!
En özel an?
İlk öpücük. Ama herkesle olan ilk öpücük! Kesinlikle!