Röportaj

“Var olan her şeye latif davranmak gerek”

Televizyon ekranından tanıdığımız Deniz Bayramoğlu, “Var olan, yaratılan her şey yaratanın bir aynası olduğu için, onlara latif davranmak, onları incitmemek gerek” diyor ve bu felsefesini, hazırlayıp sunduğu programa da yansıtıyor.

Deniz Bayramoğlu

Deniz Bayramoğlu

Televizyon izlememek bir seçim… “Ben televizyon izlemiyorum”u çok fazla vurgulamak ise belki de bunu biraz farklı ve havalı bulduğumuzdan… Ama şu bir gerçek ki büyük çoğunluk televizyon izliyor. Bir de çoğunluk olmasalar da kaliteli program yapmak, izleyiciye değerli bir içerik sunmak için çaba gösterenler var. Deniz Bayramoğlu da o isimlerden biri… Onu CNN Türk’te yayınlanan “Gündem Özel” programından tanıyoruz. Programda psikolojiden tamamlayıcı tıbba, mutluluktan başarıya, zihnin yapısından zekanın gelişimine, nefesten hücrelere birçok farklı konu ele alınıyor. Katılımcılar farklı fikir ya da görüşlerde olsalar da birbirlerine karşı sesleri asla yükselmiyor… Aslında normal olanı bu değil mi? Ne var ki, biz bu duruma şaşırır hale geldik…
Her hafta Deniz Bayramoğlu konuklarına soruyor, bu sefer de ben kendisine sormak istedim; mutluluk nedir, nasıl mutlu olunur, kendisi mutlu olmak için ne yapıyor, hayata nereden bakıyor, program hayata bakışında neleri değiştirdi?

Toplumun birçok kesimi tarafından, keyifle izlenen bir program hazırlıyorsunuz; Gündem Özel. Bu program nasıl doğdu?

Programın doğuşundan bahsederken öncelikle, CNN Türk Genel Müdürü Erdoğan Aktaş’ın ismini zikretmek gerekir. “Gündem Özel” kendisinin vizyonudur. Aynı şekilde, program müdürü Cansel Poyraz Akyol da, bu vizyona büyük katkısı olan isimlerden biri. Ve elbette sevgili Şafak Altun; programın editörü… Gördüğünüz gibi bir avuç insan… Neredeyse hiç kimse, temelde bir bilim, sağlık, popüler bilim -ismini ve türünü ne olarak tanılarsanız bilemiyorum- programı Türkiye’de bir karşılık bulur mu sorusuna olumlu yanıt vermiyordu fakat biz olacağına inanıyorduk.

Bu inançla da inat ettik; ama çok da uzun bir süre inat etmemize gerek kalmadı çünkü çok kısa zamanda Türkiye’de bu tarz bir programı izlemek isteyen, dikkate değer sayıda insan olduğunu gördük. Üstelik bu izleyiciler, reklamcıların diliyle sadece A veya A+ kitle değil, Türkiye’nin her yerinden, her sosyo-ekonomik gruptan, asgari ücretle çalışanlardan, ev hanımlarından, profesyonellerden, yöneticilerden oluşuyor. Bu arada, özellikle ev hanımlarının her birinin ellerini öpüyorum; onların emekleri çok önemli ve üstelik onlarınki, maalesef, görünmeyen bir emek. Bana kalırsa, kadın emeğinin en dramatik tarafı da bu. Toplumumuz, yine maalesef, ev hanımlarına kendilerini geliştirme, eğitme fırsatı sunmuyor. Ülkemizde böyle bir organizasyon yeteri kadar yok; yerel yönetimler, aileler, üniversiteler, STK’lar yeteri kadar ev kadınlarının gelişimine ortam sağlamıyor. Dolayısıyla, “Gündem Özel” onların da izleyebileceği, bir şeyler öğrenebilecekleri ender alanlardan biri oldu.

Programda en çok hangi konular izleniyor?

İnsan hayatına dokunan ne varsa… Gerçekten pratik olan ne varsa, o izleniyor. Her anlamda ilişkiler, gündelik sağlığımız, çocuk gelişimi ve ergenler… Gerçekten kapsamlı bir eğitim programı gibi ve ücretsiz olduğu için eşsiz bir fırsat.

Konukları neye göre seçiyorsunuz?

Hangi konuyu konuşacaksak, ona uygun isimlerim kimler olabileceğini araştırıyoruz. Fakat ülkemizin en önemli sorunlarından biri lojistik. Kimi zaman programın çekildiği stüdyonun yeri, saati, günü dolayısıyla ne kadar istesek ya da isteseler de konuk olamayan kişiler olabiliyor. Onun ötesinde programın konuk profilinin temel tek bir kriteri var; liyakat. Temelde alanında söz söyleyen isimlerden biri mi, düşüncesini etkili bir şekilde karşısındakine aktarabiliyor mu? Liyakat ve onu aktarabilmek çok önemli. Bunun dışında bir de bilgi olarak bizim yanına bile yaklaşamayacağımız, konusuna son derece hakim fakat kendi tercihleriyle TV programına katılmak istemeyen kişiler de var ülkemizde.

Siz nasıl hazırlanıyorsunuz programa? Yeri geldiği zaman bir nörolog ya da bir ilahiyatçı kadar konuya hakimsiniz…

Sürekli okuyorum ve sürekli çalışıyorum. Bu program başladığından bu yana değil, ben kendimi bildim bileli okuyorum.

Programda ele aldığınız konuların hepsi sizin ilgi alanınıza giren ve okuduğunuz konular değil ama değil mi?

Hayır. Beş yaşında okumayı öğrenmişim ve o yaştan bu yana da okuyorum. Hayatımın en temel eğlencesi okumak; ders çalışmaktan yorulup fantastik kurgu ya da roman okurum. Birtakım alanlar var ki bunlar benim zaten temel çalışma alanlarım; sosyoloji, siyaset bilimi, Orta Asya Türk tarihi, Osmanlı erken dönem tarihi, teoloji… Bu alanlarda, uzman seviyesinde olmasam bile, söz söyleyebilecek, meseleyi derinlemesine tartışacak bilgiye sahibim ama diğer alanlarda da çalışıyorum, araştırıyorum. Siz de gazetecilik yapıyorsunuz; bir gazetecinin en temel görevi, röportaj yaparken o konu hakkında soru sorabilecek kadar o konuya aşina olmak. Merak edecek kadar aşina olmak. Benim de yapmaya çalıştığım şey bu. Bu anlamda interneti çok kullanıyorum. İnsanlar internete kötü bir şey diye bakıyor ama bana kalırsa, doğru kullanıldığında, muhteşem bir kaynak. Ben de interneti verimli bir şekilde kullandığımı düşünüyorum, çok da faydalanıyorum.

Bütün bu anlattığınız süreçte, işi çok keyifle ve neşeyle yapmak var. İşinizin en önemli parçası okumak ve merak etmek, ki bunlar zaten “siz”siniz. İnsan kendisi olduğu işi yapınca daha fazla mı mutlu oluyor?

Tabii ki. Benim şu anda söylediğim, sürekli söylediğim bir şey var: Ben lüks içinde yaşıyorum. Neden? Çünkü çok bilgili, kaliteli insanlarla haftada üç gün sohbet ediyorum ve o sohbet için bir sürü şey okuyorum. Zaten benim hayatta istediğim şey çay içip kitap okumak, başka bir şey değil. Hayattan daha ne isterim?

“Mutluluk” konusu programda da sıkça ele alınan bir konu. Sizin mutluluğa bakış açınız nedir?

Mutluluk; bulunacak bir şey değil, inşa edilecek bir şey. İnsan önce kendisini tanımalı… Kendini tanımak ve sonra etrafını tanımak, attığın adımın nereye bastığına dikkat etmek, elini uzattığın yerin ne olduğunu bilmeye çalışmak. Dolayısıyla, önce kendinin ve sonra çevrenin farkında olmak. Ve ondan da sonrası, incitmemek ve incinmemek.

“ Yaralandığım yer gerçekten yaralandığım yer mi, yoksa egomdan ya da nefsimden kaynaklanan yerler mi, anlamaya çalışıyorum”

İncitmemek tamam ama “”incinmemek” için ne yapıyorsunuz?

Bunun için çok çalışıyorum, işin en zor kısmı bu çünkü. Kendimi sürekli telkin ediyorum. Empati kurmaya çalışıyorum. Tanımlamaya çalışıyorum. Yaralandığım yer gerçekten yaralandığım yer mi, yoksa egomdan ya da nefsimden kaynaklanan yerler mi, anlamaya çalışıyorum. Burada kilit nokta, empati. Karşındakinin de bir insan, bir varlık olduğunu düşünmek. Olaya biraz da şöyle bakıyorum; ilahi adalet! Bir şey canımı yakıyorsa, demek bir gün ben de birilerinin canını yaktım ki şu anda bunu yaşıyorum, bununla geçmiş olsun diyorum. İncinmemenin yolunu da şimdi böyle bulmaya çalışıyorum ama asla buldum diyemem. Bunu da bir tevazuuyla söylemiyorum. Ve bir de üretmek… Mutlu olmanın, bütün bu saydıklarımın üzerine kalan tek bir kısmı var; hayatta üretmek. İlişkide üretmek, hayatta üretmek, pratikte üretmek.

Siz bunları nasıl formüle ediyorsunuz?

İlişkide üretmek; insanla kurduğunuz her türlü ilişkide üretici bir ilişki… Tüketmek değil; yeni bir yere gidecek, yeni bir anlayışa, yeni bir bakış açısına gidecek bir ilişki biçimi kurmak. Çocuğunuz, sevgiliniz, eşiniz, arkadaşınız, sokağınızı kazan işçi… Üretmekten kastım, orada çalışan insana bir merhaba, bir kolay gelsin dileği üretmek. Hayatta üretmek; hayata bakışta üretici olmak. Ben bu hayatta gelip, doğup, doğal kaynakları ve oksijeni tüketip, sonra gübre olarak toprağa karışacağım. Evet ama bunların yanı sıra ben, duygulardan ve ruhtan da oluşan bir insanım. Etrafımda da öyle insanlar var. Bu hayat için bir şeyler yapmalıyım. Hayattan kastım sadece insan değil; taş, toprak, ot, çimen, hayvan. Var olan, yaratılan her şey yaratanın bir aynası olduğu için, onlara latif davranmak gerek. Onları incitmemek gerek.

Ve pratikte üretmek; hayatımızı kazanmak, para kazanmak için çoğumuz bir yerlerde mesai yapıyoruz ama kaçımız gerçekten üretiyoruz?

Mesai yapmak ve üretmek arasındaki farkı nasıl tanımlarsınız?

Kapitalizm, Marx’ın ifadesiyle yabancılaşma, üretmeyi engelliyor ama yapacak bir şey yok çünkü şu anda, içinde bulunduğumuz bu büyük sistemi değiştiremiyoruz ama bireyler kendi hayatlarını değiştirip, elleriyle çalışabilirler. Özellikle beyaz yakalıların bunu muhakkak yapması gerektiğini düşünüyorum. Kendilerine elle çalışacakları bir şey bulsunlar. Ellerimiz bizim ilk lisanımız, ilk dilimiz. Temelde insanoğlu seslerden önce işaret diliyle anlaşmış. El ve beyin arasında çok güçlü bir ilişki var ve bu ilişki üretime gitmeli.

Siz bu anlamda üretim için ne yapıyorsunuz?

Ben müzik yapıyorum, edebiyatla uğraşıyorum, hikaye ve şiir yazıyorum. Toprakla uğraşıyorum. Şimdiye kadar oturduğumuz evlerde hep balkonda çiçekler olurdu, şimdiki evimizde bir bahçemiz var, inşallah orayı coşturacağım sebze ve meyveyle…

Deniz Bayramoğlu çevre mühendisi, sosyolog, gazeteci… Yolculuk süresince yol ayrımları, değişimler var gibi geliyor kulağa. Kendinizi mutlu hissetmediğiniz yerde durmuyor musunuz?

Yok, durmam. Ben bunu hep soruyorum ama henüz ne tam ne de tatmin edici bir cevap buldum: “Ne zaman bırakacağız?” Bir hedefe kitleniyor ve gidiyoruz. Tamam, azim çok önemli, çalışmak çok önemli, hedef, pes etmemek çok önemli ama bir noktadan sonra, yaptığınız işte verdiğiniz çabanın işe yaramadığını, sizi mutsuz ettiğini gördüğünüzde bırakmanız gerek; yoksa size zarar verir. Size bir ev büyüklüğünde bir kaya veriyorlar ve elinizle itmenizi istiyorlar… Mümkün mü? Hayır. O zaman neden bunda ısrar edesiniz? Bunu hep söylüyorum ama ben de tam olarak formüle edebilmiş değilim.

Kararlarınızı nasıl veriyorsunuz?

Beynimle düşünüyorum, zaten hepsini beynimizle düşünüyor ve hissediyoruz, bütün olasılıkları, aklıma gelen ve o olasılıkların muhtemel sonuçlarını düşünüyorum ve sonra dönüp gönlüme bakıyorum; bunlardan hangisi bana kendimi daha iyi hissettiriyor?

Yani gönülle karar veriyorsunuz.Gönülle karar verilen şeyler daha başarılı, daha keyifli mi oluyor?

Başarılı ya da keyifli olmayabilir ama hiç olmazsa, sonunda dönüp kendinizi paralamıyorsunuz. “Ben istedim, istediğim şeyi yapıyorum, gönlüm o yöne akmıştı…” diyorsunuz.

“ Datça’da, Hakkari’de, Rize’de yaşayan bir çocuk da okuyor, mutlu ve başarılı oluyor; İstanbul’da Nişantaşı’nda, Bağdat Caddesi’nde ya da Etiler’de okuyan bir çocuk da… Biz neyi arıyoruz? ”

İnsanlara çoğu zaman “Mutlu olduğun işi” yap deniliyor ama ekonomik şartlar buna izin vermeyebiliyor. Ekonomik şartların içine hapsolup, kendi isteğini yapamama durumuna nasıl bakıyorsunuz?

Sorunuzun içinde zaten cevap var: “Ekonomik şartların içine hapsolmak” Eğer hapisseniz tutsaksınızdır, tutsaklık da bir başkasının iradesine bağlıdır. Burada çok temel bir mesele var; biz aslında o tutsaklığı seviyoruz. Neden? Çünkü bize belli bir imkan sağlıyor, belli bir ekonomik rahatlık sağlıyor, faturalarımızı ödüyoruz, çocuğumuzu istediğimiz okula gönderiyoruz. Oysa Datça’da, Hakkari’de, Rize’de yaşayan bir çocuk da okuyor, mutlu ve başarılı oluyor; İstanbul’da Nişantaşı’nda, Bağdat Caddesi’nde ya da Etiler’de okuyan bir çocuk da… Biz neyi arıyoruz?

Neyi arıyoruz?

Sorun asıl burada zaten. O yüzden, ilk başta dediğim gibi kendini bilmek, etrafını tanımak, farkında olmak… Sistem bizi karakter zaaflarımızdan kaynaklanan birtakım şeylerle avlıyor. Kendi karakterimiz güçlü olsa, gidip bir dağ kasabası demiyorum ama daha ufak bir kentte -çocuk açısından konuşuyorum- çocuğumuzu daha az mevcutlu sınıflarda, öğretmeniyle daha yakın temas kurabildiği ve hatta öğretmenini akşam eve davet edip, sohbet edebileceği ortamlarda okula gönderebiliriz. Bizim önce kendimize bakmamız, sormamız lazım; ne kadar sahiciyiz? Bu söylediklerimizi ne kadar istiyoruz? Önce kendimize bunları soralım, sonra gerçekten istiyorsak zaten yaparız. Yapmıyorsak, istemiyoruz demektir.

Haklı olmak mı mutlu olmak mı?

Haklı ve mutlu olmak, ikisi birlikte olmuyor mu?

Tercih hakkınız olsa?

Bu ikilemin temel problemlerinden biri, biz haklı olmayı iktidar meselesi olarak görüyoruz; haklı olacağım ve karşımdakiler bana itaat edecek. Haklı olmak öyle bir şey değildir, haklı olmak Gandhi gibi olmaktır. Eğer haklı olduğunu biliyorsan, bir şey yaparsın ve kim ne derse desin gerisine bakmazsın. Yaptığın şeyi bir başkasının kabul etmesi önemli değildir. Olaya bu şekilde bakıyorsan da zaten mutlusundur. Haklılık bir iktidar, bir ast-üst ilişkisi değil; bir hakikate yolculuk meselesidir. O yolculuk da, başka birisinin bu anlamda itaatini ya da karşısında düşmanlığı kaldıracak bir şey değildir.

Mutlu olmaya yine ilk anlamıyla bakalım; haklılığı bugün anlaşıldığı biçimde düşünürsek, evet, tabii ki haklı olmak yerine mutlu olmayı tercih ederim çünkü ben kimseyle sıradan bir iktidar mücadelesine girmek, omuz omuza itişmek ya da birine diresek atmak, böğrüme dirsek yemek istemiyorum. Bu çok gereksiz bir şey, onun yerine mutlu olmak benim açımdan daha iyi çünkü ben, mutlu olduğum zaman ancak gerçek gözlerle hayata bakabiliyorum. Mutluluk da demiyorum aslında, mutluluğun biraz fetişleştirildiğini düşünüyorum. Her duygu benim için çok kıymetli. Ben acımı da dibine kadar yaşamayı severim çünkü beni insan yapan şeylerden bir tanesidir. Sıkılmak da benim hayatımda var, ona da rıza gösteririm. Bence burada, terim olarak da düşündüğümüzde, “rıza” kelimesi çok önemli.
Kısacası, eğer ille de “mutluluk mu, haklılık mı” derseniz cevabım mutlu olmak. Mutluluktan kastım, bütün olmak, tam olmak, hayata rıza göstermek.

Gündem Özel öncesi ve sonrası hayata bakışınızda bir değişim oldu mu?

Muhakkak ki oldu. Temel felsefi bakış açımda, hayati insani bakış açımda ya da inanç ekseninden bakış açımda değişen çok bir şey yok açıkçası ama teknik ve sağlıkla ilgili birtakım konularda, insan gelişimi ve beyniyle ilgili öğrendiğim çok şey oldu. Bir yaşında bir kızım var ve bu öğrendiklerim onunla iletişimime, onun gelişim sürecine ve eğitim sürecine vereceğim katkı ve yönlendirmelere çok destek oldu. Şu anda bu konuların ayaklarının bende biraz daha yere bastığını düşünüyorum

BAĞIRIP ÇAĞIRMADAN DA TARTIŞABİLİRİZ

Programınız nasıl bir fark yaratıyor sizce?

Programın başarılı olduğunu düşünen, söyleyen herkese çok teşekkürler ancak eğer program başarılıysa, bu bize ait bir başarı değil. “Programı çok iyi yönetiyorsunuz, çok güzel konuları ele alıyorsunuz” diyorlar, teşekkürler ama bunlar bizim işimizin temelleri ve gerekleri. Bir insan işini olması gerektiği gibi yaptığı için övgü almamalıdır diye düşünüyorum. “Kitap okumayın, Gündem Özel’i izleyin” diyenler var. Hayır! Biz öyle bir şey yapmıyoruz, biz sadece bir TV programıyız. Bir TV programı bir ülkenin, bir toplumun kaderini değiştiremez. O anlamda kendi üzerine yük alamaz. Bu yükü alması gerekenler bireyler, STK’lar, siyasi partiler ve bunun gibi temel kurumlardır. Bizim yapmaya çalıştığımız şey, buralarda yer alacak insanlara hayata dair birkaç tane yanıt değil, soru işareti oluşturmak. Biz eğer birilerinin kafasında soru işareti uyandırabiliyorsak, işimizi yapmışız demektir. Bizim programla övünebileceğimiz bir şey varsa, o da şudur: Her şeyin bu kadar keskinleştiği ve insanların bu kadar çok birbirlerini anlamadığı bir dünyada, diyalog kanallarının kurulabileceğine, bağırıp çağırmadan sohbet edilebileceğine ve tartışılabileceğine dair minicik bir örnek olmak…

Yorum Ekle