Röportaj

İnsan olmak! Yeniden…

Son günlerde üst üste yaşanan acılara karşı duyarsızlaştığımızı düşünmeye başladık ya da birilerini duyarsızlaşmakla suçladık. İnsanlığımıza dönmemiz gerektiğini yazdık bol bol sanal alemin sayfalarına. Acaba neyi kastettik, kastettiğimizi anladık mı? Acılara çok üzülmek midir insan olmak, yoksa çok daha derin midir karşılığı?

YAZI: NİLGÜN YILDIZ KONAKÇI

SADECE BİREY OLARAK DEĞİL, TOPLUM OLARAK DA ARTIK ÖLÜMLERE VERDİĞİMİZ TEPKİLERİN AZALDIĞINI, YAŞANANLARA ÜZÜLME DUYGUMUZUN
saniyelerle yarıştığını,hatırlama, başkasını düşünme, empati kurma gibi özelliklerimizin artık değiştiğini düşünüyor musunuz? Her şeyde olduğu gibi artık ölümlere, şehit haberlerine ya da savaş nedeniyle yaşanan acı fotoğraflarına öyle alıştık ki gazetenin manşetine şöyle bir bakıyor, ‘ah, vah’ yapıp diğer sayfaya geçiyoruz. “Kötü haber dinlemekten sıkıldım” deyip kanalı değiştiriyoruz fakat sonrasında vicdanımızla birlikte kendimizi yargılama sürecine giriyor ve “Acaba insanlıktan mı çıktım?” diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz. Peki gerçekten öyle mi olduk, yani insanlıktan giderek uzaklaşırken başkalarının acılarını görmezden mi gelmeye başladık? Günümüz toplumunun bu sorusuna cevap almak için sorularımızı Arya Akademi’den Danışman Gülay Savaş’a yönelttik.

‘Insan olma’ kavramı gderek degsyor mu?
Esasında insan olma kavramı değişmiyor. İnsanın özüne bakıldığında, o varlığın nüvesine bakıldığında, bu hep aynı. Ama insan değişiyor, insanoğlu değişiyor. Değişen esasında sadece zihinler, düşünceler, algılar, olaylara verilen tepkiler. Sosyolojik olaylar ve global boyutta yaşanan değişimlerin etkisinde kalmış insanın öncelikleri değişiyor. Aynı zamanda genetik olarak eski nesillerden taşıdığı bilinçsiz, eğitimsiz, farkındalıksız yaşam alışkanlığı, ego (nefs) gibi parametrelerin ötesine çıkamamış, yani sürüden ayrılamamış insanın, hayata ve diğer insana verdiği tepkiler değişiyor. Yoksa ‘öz’ hep aynı. Özdeki birlik, özdeki ruh hep aynı. Bu dünya okuluna gelmiş insanoğlundan işte kimileri o ‘öz’ ile buluşabiliyor, kimi ise o ‘öz’e, o birliğe kavuşmak için binlerce kez hayata, dünya okuluna bir daha geliyor.

Hang sebeplerle nsan olmak farklılasmaya baslıyor?
Önce iki farklı seviyeden insana bakarsak; insan dört bileşenden ya da bedenden oluşan bir varlık. Fiziksel beden, zihinsel beden, duygusal beden, ruhsal bedenlerimiz mevcut. Tüm varlıklarda, yani insanoğlunda temel fizyolojik yapı ve işleyiş her insanda aynı. Bir diğer katman, ruhsal beden ve bu ruhsal özün kaynağı da hepimizde aynı. Fakat zihinsel yapımız, buradaki farkındalık ya da zihinsel körlük ve duygusal algı, tepkilerimiz, duygusal zekanın yüksekliği ya da tam tersi duygular tarafından yönetilmek gibi farklı unsurlarla oluşturduğumuz duvarlarımız ile o ‘öz’e ulaşmakta, içimizdeki ‘ben’e ulaşmakta zorluk yaşıyoruz. İşte o zaman da insansı varlıklar haline geliyoruz. O insana ulaşmak, bir yolculuk, emek, keşif ve farkındalık. Aynen Yunus Emre’nin dediği gibi: “Bir Ben var, Ben’den içeri, Ben’den gizli.” Ama nerede? İnsan biyolojik, psikolojik ve sosyolojik bir varlık… Bu da olayın diğer bir boyutu. İnsanın toplumsal yani sosyal bir varlık olması ve düşüncenin düşünce ile rezonansa girmesi de, o insanları toplumsal bilincin ya da diğer bir ifade ile kolektif bilincin bir parçası yapıyor. İnsanı farklılaşmaya iten faktörler arasında ise evrenin büyümesi, enerjilerinin değişmesi ile başlayan (dünya-globalizm- liberalizm-teknolojinin gelişimiküresel ısınma-tükenen doğa ve doğal kaynaklar-ülkelerin çakışan çıkar ilişkileri gibi) birçok faktör var. Tüm bu parametreler altındaki toplumlarda (ülkelerde) ve bunların medeniyet, farkındalık, gelişmişlik, eğitim ve refah gibi değerleriyle de oluşmuş çok farklı sosyolojik bir mozaik mevcut. Bütün bu farklı sosyolojik mozaik altında da, farklı değerler, kültürler, geçmiş ve alışkanlıklar bulunuyor. Bu toplumlar altında yaşayan insanoğlu da otomatikman içinde yaşadığı toplumun değerleri ile programlanıyor ve o kolektif bilincin bir parçası oluyor.

Bugünlerde acılara verdgmz tepkler degsyor. Ölümler kanıksadık sank. Br haber görüp hızlıca üzülüp unutuyoruz. Insanlıgımız tehlkede olablr m?
Önce unutmak kavramına cevap verirsem, evet, bu tip olayları duymayı ve yaşamayı artık alışkanlık haline getirdik ve alışkanlık haline gelen bir şeye, bağışıklık kazanırız. Sürekli soğukta yaşayan kutuptaki bir insanın soğuğa, ekvatorda yaşayan insanın sıcağa, savaşlarda yaşamış bir insanın da tehdit, vahşet ve ölüm gibi olgulara alışması gibi bir şey bu aslında. “İnsanlığımız tehlikede mi?” sorusuna dönersek, diğer bir bakış açısıyla, ya da madalyonun diğer tarafı ile bakmamız lazım. Yeni çağına girmiş olan dünyanın üzerinde doğal felaketler, ekonomik krizler, kazalar gibi olaylar bundan sonra daha çok yaşanacak, daha çok acı görülecek. Bunların hepsinin ardında bir amaç var. Bu ‘ak’ olanın öğretilmesi için insana önce ‘kara’ olanın gösterilmesi, doğrunun bulunması için önce yanlışın yapılması gibi bir şey esasında. Dünya üzerindeki insanoğlunun -insan gibi insanın- sayısı bu olaylar yaşandıkça, insansı insanların sayısı arttıkça artacak. Amaç zaten ‘BİZ’i ‘BİR’liğe kavuşturmak. Burada nefsini terbiye eden, vicdanını yüksek tutan, özü ile sözü bir olan insanlar, sınıfı geçenler ve bir adım öne çıkanlar olacak.

Çevremzdek olaylara tekrar nasıl duyarlı hale geleblrz?
Kolektif bilincin dışına çıkarak, sürüden ayrılarak, kendimize ve özümüze dönerek bu yola; yeniden insan olma yani duyarlı ve vicdan sahibi olma yoluna girebiliriz.

“Kendn sevmeyen ks baskasını da sevmez” hepmzn bldg br ögretdr. Szce de öyle m? Ise kendmz sevmekle baslamak gerekrse ne yapmak gerekyor?
Bu öğreti bence de çok doğru. Çünkü ben, bende olmayanı başkasına veremem. Yani kendime vereceğim sabrım, sevgim ve saygım yoksa ben başkasına da sabır, sevgi ve saygı gösteremem. Yani elimde olmayanı veremem. Yani önce öğrenmemiz ve farkına varmamız gereken kavramlar özsevgi, özsaygı, özdeğer ve özyeterlilik. Ve tabii ki ego nedir ya da ‘ne değildir’ i bir anlamamız gerekiyor. Eğer insan en dışta çeşitli kimlikleri ile oluşturduğu maskelerinin ardına geçerse, egodan özgürleşirse, ‘öz’üne doğru gideceği yolu açılır. Bu kişinin ancak istemesiyle çıkacağı bir yolculuktur ve eğitim, koçluk, kitap okumak gibi adımlarla ilerler ama en önemlisi bunu deneyimlerine katması yani yaşamasıdır.

“Dünya üzerindeki insanoğlunun -insan gibi insanın- sayısı bu olaylar yaşandıkça, insansı insanların sayısı arttıkça artacak. Amaç zaten ‘BİZ’i ‘BİR’liğe kavuşturmak.”

İNSAN OLMA HALLERİMİZ

Sosyolojik
İnsanlar, sosyal varlıklardır ve toplumlar içinde yaşarlar. Diğer insanlarla ilişkide bulunurken de sanki bir oyun düzenlenmiş gibi, belirli kurallar ve kaideler koyarak yaşarlar. Bu kurallar ve kaideler zamanla onların yaşamlarının düzenleyicisi olur. Örneğin, sınıfta nasıl ders dinleyeceğinden, nasıl yemek yeneceğinden, bankadan nasıl para çekileceğine kadar her şey bir düzen ve ilişki içerisinde gerçekleşir. İnsan olarak toplumlar içinde yaşayabiliriz, kendimizi o toplumun bir parçası olarak görebiliriz, kurallara gerektiği durumlarda uyabiliriz. Ama unutmayalım ki bizler bir BİREY’iz. BİR-EY! Kendimizi yani varlığımızı sadece toplumsal kimliğimiz ile tanımlarsak bir sürünün bir parçası oluruz. Halbuki her bir insan ayrı bir evrendir. Önce özümüzü bilmemiz, özdeğer, özsaygı, öz yeterlilik, öz farkındalık gibi kavramlara sahip olmamız gerekiyor. Önce kendimizi bilmeliyiz, aynen Yunus Emre’nin dediği gibi: “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendin bilmez isen ya nice okumaktır.”

Fizyolojik
Gelişim önce içeriden, özden başlar. Sonra dışarıya doğru yayılır. Ve o değerlerdeki, o medeni, o ileri toplumları oluşturur. Nörofizyolojik açıdan insan olmanın anlamına bakarsak; insan nörofizyolojisi, stres, panik ve tehdit anlarında bedendeki iki organdan kanı çekiyor. Dikkat! Bunlardan biri mide, diğeri ise neokorteks yani üst beyin. Bedendeki bu program şöyle düşünüyor: “Eğer insan gerçekten tehdit altında ise onun canını kurtarmalıyım ve o kaçmalı ya da savaşmalı. ” Doğrudan buralardan kanı çekerek, otonom sinir sisteminde sempatik sinir sistemini çalıştırarak, adrenalin pompalamaya başlıyor. İşte bu durumda üst beyni devre dışı kalan insanoğlu eğer farkındalık ile bu üst beyni yeniden hemen devreye alamaz ise, hayata orta beyin seviyesinden (yani kedi, köpek, at vb hayvanlardaki gibi) duyguları ve güdüleri ile tepkilemeye başlıyor. Yani bir anlamda insanlığımızı nörofizyolojik olarak kaybediyoruz. Eğer farkındalık ile yani en azından nefes ile, olayın dışına çıkarak, bu korku, stres ya da tepkimizin reel ve gerçekten anlamlı olup olmadığını kısa süre bile olsa kendimize düşünme imkanı verebilirsek, üst beynimiz yeniden devreye girecek ve düşünce üretmeye, üretebilmeye başlayacağız. İşte yaşanan olaylara tepkisiz kalan ya da bazen aşırı tepki veren insanoğlunda yaşanan nörofizyolojik işleyiş bu…

Ruhsal
Ruhsal açıdan insan olmak çok derin bir konu… Yine Yunus Emre’nin bir sözü ile açıklamaya çalışacağım: “Ete kemiğe büründüm. Yunus diye göründüm.” Asıl olan gördüklerimiz, dokunduklarımız değildir. Asıl görünmeyendir. O etin, kemiğin ötesidir. O maddenin ötesidir. Yani ruhtur, ruhudur, yani özdür. Ki o ruh, Bir’in parçasıdır ve her bir bedene üflenmiştir. Sevgi ile, aşk ile oluşmuş bir ışıktır o. İşte o ruhun, ışığın yolculuğu sırasında tekamül doğrultusunda maddeleşir, ete kemiğe bürünür, dünya okuluna geliriz defalarca. Amaç tekamül etmek, özümüze kavuşmak için ego, nefis, kimlikler, maskeler gibi tüm sahte şeylerden kurtulmaktır. Ama işte o anda yukarıda bahsettiğimiz zihinsel işleyişimiz, düşünce ve duyguların, kalıpların esiri olmak gibi sebeplerden özümüzden koparız. Dolayısıyla ruhumuzdan da uzaklaşırız. Bir daha hatırlatayım: İnsan dört boyutlu bir varlık. Fiziksel boyutumuz, zihinsel boyutumuz, duygusal boyutumuz ve ruhsal boyutumuz var. Ama biz bu dört bileşeni çok becerikli bir şekilde paramparça ediyor, dağıtıyoruz ve ne yazık ki bunları dengeye getirmekte de bayağı zorlanıyoruz. Ruhun önemli bir bileşeni ise vicdan… Vicdanın şu tanımına baktığınızda manzarayı biraz daha iyi anlayabiliyorsunuz: “Vicdan; insanoğlunun hayvanlık ara evresinden, insanlık evresine geçişte, gelişimi oranında gelişen bir yeteneğidir!” Ve ruhun özü sevgi ve ışıktır. Bence bundan başka bir şey söylemeye ihtiyaç yoktur. İnsan olarak yapacağımız şey, özümüzü keşfetmek! Bunun için duygularınızı dinleyin; size bir şey anlatıyorlar. En yüksek düşüncelerinizi dinleyin. Deneyimler edinin ve bu deneyimleri dinleyin. Bu dinledikleriniz öğretmenlerin, toplumun, kitapların söylediklerinden farklıysa, o zaman o sözleri unutun. Sözler gerçeğin en az güvenilir mesajıdır.

“İnsan olarak yapacağımız şey, özümüzü keşfetmek! Bunun için duygularınızı dinleyin.”

“Gerçek insan olmak” neyi ifade ediyor?
Hayatta ne olursak olalım, ister öğrenci, ister öğretmen, anne, baba, avukat, doktor, mühendis; bizler bu dünya okuluna önce insan olmaya geldik. ‘İnsan olmak’ konusu, insanoğlunun var oluşundan beri konuşulan, anlaşılmaya çalışılan bir konu. Sırf bu sebeple dinler doğmuş. Peygamberler gelmiş. Kutsal kitaplar yazılmış, dünyaya indirilmiş. Yetmemiş birçok ermiş, bilge, filozof, üstat da ‘insan olmayı’ kitaplara sığdırmaya çalışmışlar ama ne kitaplara sığmış, ne belleklere. Kısmen anlaşılmış, kısmen anlaşılmamış. Ama hala dünya okulunda insan olma yolculuğuna çıkmış çok varlık mevcut. Şurada birkaç satıra sığdırarak bu soruyu cevaplayabilmek hiç kolay değil. Haddim nispetinde bütünsel pencereden ifade etmeye çalışacağım.

“Hayatta her şey olabilirsin; fakat mühim olan hayatın içinde İNSAN olabilmektir” demiş Şems-i Tebrizi.
Bizler bu dünyaya sadece yiyip içip yatıp günü öldürmek ve kuru kuruya ölmek için gelmiyoruz. Bir amacımız var. Mevlana bu hayat yolculuğunu veya hayattaki insanın yolculuğunu şöyle tanımlıyor:
“Hayat, ‘Ben’den Biz’e; Biz’den Bir’e’ yapılan bir yolculuktur.”
‘Gerçek insan olmak’ konusunun en iyi ve derin cevapları kutsal kitaplarımızda saklı. Bu konuyu onların üzerinden anlatmak burada haddimiz değil. Fakat kendi topraklarımızda doğmuş tasavvuf kültürü ‘gerçek insana’ giden yolculuğu çok net ve adım adım olarak anlatıyor. Tasavvuf bu yolculuğu, yani gerçek insan olmayı, dört kapı ve her kapı altında tanımladığı 10 makam ile özetliyor. Dört kapı; Şeriat Kapısı, Tarikat Kapısı, Marifet Kapısı, Hakikat Kapısı. Kısaca özetlersek: Şeriat der ki seninki senin, benimki benim. Tarikat der ki seninki senin, benimki de senin. Marifet der ki ne benimki var, ne seninki. Hakikat der ki ne SEN VARSIN, ne BEN.


Pozitif Dergisi 2015/05

Yorum Ekle