Yaşamın bir rüya olduğunu düşünmüş müydünüz? “Dünyanın bir oyun alanı, yaşamın bir oyun, burada tutunduğumuz değerlerin, hayattaki rollerin ve inandığımız daha pek çok kavramın aslında bu oyunun bir parçası olduğunu düşünün” diyor Canan Yolaç. Zannetmelerden çıkmaya hazır olun!
Yazı: Özgü Elvan YILMAZ
onsuz Biliş kitabının yazarı, yaşam koçu ve kişisel gelişim uzmanı Canan Yolaç ile Pozitif dergisi için bir araya geldik. “Başka bir oyun alanı yaratmak mümkün mü?” sorusunun yanıtını aradık.
Dünyanın bir oyun alanı olduğunu yazıyorsunuz. Oyun alanı nedir, oyunu kim yönetiyor?
Dünya bir oyun alanı. Çoğu insana bu tabir garip geliyor. Ancak içinde yaşadığımız bu dünyayı anlatmanın ve anlamanın en güzel yolu, insanlığın yaşadıklarının kurgusal bir düzen içinde olduğunu ve bu düzenin insanların deneyimlerini yaşamak üzere oluşturulduğunu, tıpkı oyunlardaki gibi kimi zaman kazandığı, kaybettiği, yendiği, yenildiği, acı çektiği, sevindiği, küstüğü, barıştığı yani tamamen kutupların içinde bir o tarafa bir bu tarafa hareket ettiği ve tekrar tekrar bu devinimler içinde yaşadığı, aslında gerçek olmayan ama son derece gerçekmiş gibi yaşanan rollerden ibaret olan bu düzeni fark etmektir. Kurgusal diyorum çünkü bu kurguyu uzay yönetiyor. Uzay, Big Bang’den itibaren dünyanın düzenini yöneten en önemli güç merkezi. Göksel bilgilerin hepsi uzayın bilgisidir. Oyun alanı tamamen dualiterdir yani zıtlıklarla doludur. Bir ucunu yaşayan mutlaka diğer ucunu yaşamak zorundadır. Aslında insanlar sadece bunun ne demek olduğunu kavrasa bile hayatıyla ilgili büyük bir adım atmış olur.
Nasıl fark edebiliriz? Ne yapmalıyız?
Oyun aslında oyundan çıkıp özümüzün yani sonsuz bilişin sesini duymak için tasarlandı. Sonsuz bilişe ulaşmak için önce oyuna girmemiz gerekiyordu. Oyunda amaç sonsuz bilişimizden bilgi almaktı. Bize ne yapacağımızı çevremizin değil, korkularımızın değil, sonsuz bilişimizin söylemesi gerekiyordu. Ama en büyük oyun insanın bireysel olarak ne yapacağını bilmediğine inanmasıdır. Bu yüzden bize oyunun içinde yolumuzu yani kendi özümüzü, sonsuz bilişimizi kaybettirecek toplumsal normlar, ailevi kurallar, dini, ahlaki yaptırımlar dayatılır. Çoğu zaman kendi isteklerimizle çevremizdekilerin dayatmaları arasında sıkışıp kalırız. Bu noktada kabul görmeme korkusu, yalnız kalma, dışlanma korkusu devreye girer ve deneyimlememiz gerekenden uzaklaşmış oluruz.
Oyundan çıkmak mümkün mü?
Oyun deneyimlediklerimizin duygusal tortularıyla başladı aslında. Her iki ucu da yaşayacaktık ama yaşadıklarımızı yorumlamaya, düşünceler üretmeye ve etkisine girmeye başladık. Yani deneyimleyip geçseydik o deneyimin enerjisi tamamlanmış olacaktı. Ama biz o deneyimin duygularını korku kayıtları olarak bilinçaltımızda biriktirdiğimiz için diğer deneyimleri de o duygular üzerinden yaşayıp ona göre yorumlamaya başladık. Bugüne kadar oyunları egomuzunve korkularımızın yani alt benliklerimizin sesiyle yaşıyorduk. Oyundan çıkabilmemiz için artık korkuları bitirip sadece sonsuz bilişe bağlanmamız gerekiyor.
Kader bu oyunda yer alıyor mu?
Bilinçaltı korkularımızın bizi yönettiği yerdir. Bilinçaltı kaderimizdir yani insanların kader dediği kavramı oluşturan bölümdür. Varoluşumuzdan bugüne kadar bütün yaşam deneyimlerimiz burada kayıtlıdır. Ben bilinçaltına insanın kara kutusu diyorum. İnsanın hayatında ters giden şeylerin, sorunların, sağlık problemlerinin kökenini bulmak için de bilinçaltındaki kayıtlarına bakıp dönüştürmesi gerekir. Sorunun başladığı olayı, o deneyimin korku kayıtlarını duygularını dönüştürdüğünüzde yaşanan problem de ortadan kalkacak ve o kişi yaşamın doğal akışına girecektir. “Sonsuz Biliş” kitabında oyunun tuzakları olarak “zannetmeler”den bahsediyorsunuz. Nedir insanın zannettikleri? Yaşamımız korku kayıtlarımızın duyguları ile örülü ve zannetmeler içinde yaşanıyor. Bu zannetmeler de bizi bir kısır döngü içinde hapsediyor. Ve böylelikle insan kendini dualiter oyunlar içine hep zannederek yaşıyor. Kendimizi iyi insan zannederiz, kötü insan zannederiz, anne zannederiz, baba zannederiz, zengin ya da fakir zannederiz, guru, lider, öğretmen, kral, Mevlana zannederiz. En büyük zannetmelerimiz yönetmek ve kontrol etmektir. Böylece de fark etmediğimiz bu korku duygularıyla çevremizdeki insanları kendimize bağlarız. Aslında bütün etiketlerimiz, korkularımız, endişelerimiz, rollerimiz, inandığımız, doğru olarak kabul ettiğimiz her şey bizim zannetmelerimizdir. Özellikle bizim unvan olarak en yüksek seviyeye koyduğumuz insanların kendi deneyimleriyle bize aksettirdiklerinden, bizi inandırdıkları her şeyden, toplumun dayatmalarından çıkarak zannettiklerimizi bitirmeliyiz.
Zannetmelerden nasıl kurtulabiliriz?
Bütün bu oyunları bitirdiğimizde de bu tanımlamaların hepsinin geçersiz ve değişken olduğunu görürüz. Yaşam zaten bir zannetme oyunudur. Kendimizin tamlığına, bütünlüğüne inanmadığımız için başkalarının varlığıyla tamamlanacağımızı zannederiz. Bu zannetmeleri fark ettiğimizde önümüze koyduğumuz duvarlar, sınırlar ortadan kalkar ve biz evrenin sınırsız seçenekleri ve sonsuz bolluğu içinde olduğumuzu farkederiz.
“Sonsuz Biliş”te “zaman”ın tanımı nasıldır?
Aslolan “AN”dır. Her şey anda eşzamanlı olarak var. Biz dünya düzleminde zamana geçmiş-şimdi-gelecek şeklinde bakarız. Geçmişin bilgisi şimdiyi, şimdi de geleceği oluşturur. Zamanı sadece tek düzlemde algılayan insan eşzamanlılığı, paralel anları (paralel evrenleri) göremez, geçmişte yaşadıklarının geleceği oluşturduğunu bilemez. Aslında geçmiş yaşam dediğimiz şey de geçmişte değil şu an paralel zamanda hala yaşanan zamandır ve bugünü etkiler. Benim için zamanın tek başına bir anlamı yok. Önemli olan insanın bütün yaşadıklarının Lemurya’dan Atlantis’ten getirdiği kayıtlarını bu zamanda dönüştürebileceğini bilmesidir. Bugüne kadar korkularıyla yaşayan insan, korkularını dönüştürdüğünde sonsuz bilişin sınırsız yaratımına geçecektir.
Ne yaşanmıştı Lemurya ve Atlantis’te?
Lemurya’da pozitif egoyla toplumun yararına göre yaşanıyordu. Atlantis’te ise bireysellik ön plana çıktı. Negatif egonun etkisinde bir yaşam başladı. Atlantis’in negatif egosu önce Lemurya’yı kontrolü altına aldı, sonunda da Büyük Tufan’a sebep oldu ve sonrasında perde arkasındaki uzay iyice ortaya çıkarak Atlantis’in batış anında Büyük Tufan’dan insanları kurtararak kendini ön planda ortaya koymaya başladı. Artık oyunun yönü kurtarma ve kurtarılma üzerine yoğunluk kazandı. Dünya alanında artık kurtarma ve kurtarılma enerjileri ile oyun devam ediyor. İnsanların hayatı içinde her an kurtarma ve kurtarılma üzerine anlar oluşuyor. Buradaki sorun ise yine insanın kendi gücüne inanmaması ve sorunlarının çaresinin kendi içinde değil başka bir yerde olduğuna inanmasıdır. Bu çarelerin kendi içinde olduğunu görebilmesi için de her insanın kendi üzerinde yoğunlaşarak dönüşüm çalışmasını yapması gerekiyor.
İnsanlık oyunun hangi aşamasında?
Zaman, büyük dönüşüm zamanı. Artık bir yol ayrımındayız. Önümüzde iki seçenek var: İnsanlık ya Deccal’e bağlanacak ya da kendine özüne. Özüne bağlanan sevgi enerjisiyle varlığını sürdürecek, bağlanamayan Deccal’in kölesi olacak.
İNSAN HEP “ZANNETTİ”
Canan Yolaç: “Kadim zamanlardan bugüne kadar insan oyun alanında hep kendini bir şey ‘zannetti’. Dinlerde günah-sevap kavramlarını, iyi insan olabileceğimizi öğrendik. Aslında iyi ya da kötü insan diye bir şey yok. Savaşlar yarattık, kahraman olduğumuza inandık. Kahramanlara da ihtiyaç yok. Lemurya’da doğal halimizle yaşarken ne üstünlük bilgimiz vardı ne de kahramanlara ihtiyacımız… Ama biz kahramanlar yarattık. Başarılı, özel insanlara, dahilere, gurulara, liderlere, zengin insanlara inandık ve onlara hayranlık duyduk. Onlara inanırken kendimize inanmayı unuttuk. Diğer yandan kendimize değişik roller biçerek, zannetmelerle oyunu sürdürdük. Oysa bir tiyatro oyuncusu, sahnedeki rolü bitince yaşamına döner. Biz ise oyunu gerçek sandık, eski oyunların içinde kaldık. Kendimizi, oynadığımız rollerden ibaret zannettik. Değişik yaşamlarımızda kendimize roller biçerek hayatlarımızı sınırlandırdık. Koyduğumuz kuralların esiri olduk. Oyunun kuralı zamanla aile, toplum gibi düzenleri yarattı ve insan bu düzenler içinde kendini bir yerlerde buldu. İmam oldu, haham oldu; öğretmen, sanatçı, anne, kral ya da evsiz oldu. Kendini fakirken yoksun, zenginken her şeye sahip zannetti. Çocuğu oldu sahibi, karısı oldu kölesi, kocası oldu efendisi zannetti. Yaşamını hep o rollerden ibaret bilip kendini kaybetti, rollerinin altında ezildi. Oysa biz ‘zannettiğimiz kişi’den ibaret değiliz. Ama ne yazık ki, dönemler boyunca zannederek ve uyuyarak oyunu sürdürdük.”
Pozitif Dergisi 2013/03