Röportaj

Koştukça koşuyor yazdıkça yazıyor

Koştukça koşuyor yazdıkça yazıyor

Duygularının diplerini de zirveleri kadar paylaşmayı becerebilen, yıllar önce bunalıma girip başladığı koşuyu bir yaşam biçimi haline getiren, koştukça sadeleşen ve “Sen ne istersen odur ve o da sırf sen istediğin için olur. Bu kadar! Gerisi teferruat” diyebilen biriyle beraberiz; Yonca Tokbaş…

Özlem Çetinkaya

Yonca Tokbaş, birebir tanımadan çok sevdiğim insanlardan biri. Benim bakış açımdan öyle güzel işler yapıyor ki kendisini keyifle izliyorum. Hürriyet Gazetesi’nde yazıyor, uzun yıllardır Dubai’de yaşıyor ama Türkiye’deki sosyal sorumluluk projelerine katkı vermekten geri kalmıyor. Kurumsal hayatın farklı alanlarında, yurt içinde ve yurt dışında, farklı milletlerden insanla çalışmışlığı var.Yıllar önce bir dönem bunalıma girdi ve koşmaya başladı. Kurumsal hayattan ayrıldı. Kendini hem sevdiği hem de en iyi yaptığı şeylere verdi; yazmak, koşmak, konuşmak, sorunlara çözüm üretmek, yardımcı olmak gibi… Doğaya aşık ama en çok zeytine ve arılara; arılar için arı gibi çalışıyor. Günde bir kilometre koşmayla başladığı koşuya tüm kalbi ve enerjisiyle devam ediyor. Koştukça TEGV, TOG, TOFD, TEMA için bağışlar topluyor. Bağış rekorları var. Binlerce çocuğun eğitimine katkı sağladı. Engelliler için tekerlekli sandalye fonu yarattı. Üç orman kurdu. “ İyi ki var” dediğimiz insanlardan… Dubai’de olduğu için röportajı yazılı yaptık ama ışıltısının onca mesafeden buraya yansıdığını röportajı okuduğunuzda siz de fark edeceksiniz.

“Yonca”… Gözlerini bir iki saniyeliğine kapatıp, isminin sana ne hissettirdiğini sorsam cevabın ne olur?

Oooo! Şans şans şans şans! İnekler yiyor beni. Her yerde kolaycacık biten yeşil bitki. Arıların en sevdiği besin kaynağı. UMUT! İnan bunları böyle göz kırpma süresi kadar zamanda hızlı yazasım geldi. Öylesine bir his… Hissettiğim, bu.

Doğaya aşık olduğunu biliyorum. Bu hep böyle miydi? Ne zaman başladı aşkınız?

Hep! Küçükken canım sıkılır tavşanları düşünürüm, kuzuları düşünürüm. Hep bir kırlarda dolaşırım hayalimde. Heidi çizgi filmini seviyorduysam, inan bana o bulutta sallanıp dağlara ovalara zıplamasından.

Nasıl bir çocukluk dönemi?

Hayalperest. Çok hareketli. Afacan. Sokak çocuğu. Örgütleyici. Aileyi anneannemin doğum günü diye ülke çapında gönderdiğim mektuplarla doğum gününe çağırır, parti düzenler, bizim evde toplardım. Yazı yazmayı bilmiyordum. Ben resim yapıyordum kartlara, eniştemle postalıyorduk. Aile de bir alem, dediğim tarihte çıkıp geliyorlardı. Mahalledeki çocukları da örgütlerdim, apartman görevlilerinin çocuklarına kırtasiye malzemesi almak için filan. İnanılmaz çok oyun oynardım. Ama çok. Zeynep bebeğim vardı, kıyamam, ne çok ameliyat ettim. Doktordum ben.

Peki, şu anda nasıl bir annelik? Çocuklarınla ilişkinde en çok özen gösterdiğin alan nedir?

Annelik… Nasıl bir annelik sorusuna uzunca baktım. Bu soru beni ağlatabilir. Çok güçlü bir olay annelik. “Çok iyi bir anneyim” dediğim zamanlarla, “Annelik bana göre değil” dediğim zamanlar eşit galiba. Bu işin kitabı yok. Kitaplarda yazılanlarla da benim işim yok. Benim ağladığım olaya kimisi gülüyor. Ben anneliği çok ciddiye alıyorum. Pişmanlıklarım çok. Kotardığım, kaybettiğime inandığım zamanlar için arayı kapatmak için emek verip, asla kapatamayacağımı bildiğim gerçeği de acıtıyor. Yoksa, anneliği ne kadar sevdiğimi ve “Tam anne olacak insanmışım” dediğimi de saklayamam. Güçlü bir ilişkim var. Değerler üzerine kurulu. Saygı, dürüstlük, adalet, samimiyet; bunlara bakarım. Yok okul başarısı filan benim hiiiç ilgi ve önem alanım değil. İlişkimde en özen gösterdiğim şey, değer vermek… Birbirimize hak ettiğimiz sevgiyi, değeri, saygıyı verebilmek ve daima dürüst olmak. Adil olmak. Yargılamamak. Farklı bireyler olduğumuzu kabul etmek.

Biliyorum ki çocuklarının sevdikleri işleri yapmalarını, hayallerinin peşinden gitmeleri için çok özen gösteriyorsun. Sen kendi sevdiğin işleri, seni mutlu edecek şeyleri nasıl fark ettin?

Çok zorlandım kendimi bulmakta. Eğitim, aile, çevre hepsinin beni nasıl kalıplara sokup sıkıp suyumu çıkardığını fark ettiğimde, incecik bir ipin üzerinde yürüyordum. Şanslıyım… Bir şekilde “Bu işin yaşayarak da çözümü vardır, olmalı” dedim. “Özen gösteriyorsun” diyorsun. Hayır, özenden ötesi, kelimeyi sevmesem de “savaş”! Çocuklarımın, etrafımda bir şekilde denk geldiğim herkesin sevdikleri, inandıkları, becerikli oldukları veya yapmak istedikleri her neyse onu yapmaları için savaş veriyorum. İkna etmeye çalışmıyorum. İnanıyorum yapabileceklerine. O yüzden, eğer ihtiyaçları buysa, elimden geleni ardına koymam, yanlarında olurum. “Neden?” diye sormam. İstemesi, inanması ve bu yolda çabalıyor olması yeter benim onun yanında olmam için. Ben zorlandım. Kendimi ifade edene kadar, yolunu bulana kadar. Kırana kadar o içimdeki fırtınaları… O yüzden bilirim.

“Yazmak” hayatına nasıl girdi? Yazmak senin hayatına nasıl bir katkıda bulunuyor?

Oyyy, farkında olmadan ilk soruda azıcık cevapladım. Ben yazma bilmeden de kafadan yazıyordum ki. Gözlerim kapalı, hayallerimi bildiğin yazıyordum. Sabah da annemlere “Rüyamda ne gördüm biliyor musunuz!?” ile başlayan müthiş hikayeler anlatıyordum. Sonra yazmayı öğrendim, bu sefer derste yazmak, evde yazmak, günlüğe yazmak, mektup yazmak, anneme-babama “Benim gibi bir çocuğa nasıl davranmalıyız?” içerikli Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun “Çocuk Psikolojisi” kitabından alıntılar ve kendi yaşam örneklerimle bezenmiş mektuplar olarak, hep yazıyordum. Ortaokulda, Fransızca edebiyat derslerimiz, okuduğum tonla kitap sevdası… Of of düşünüyorum da, ben hiçbir sınav sorusuna da kısa cevap yazamadım ki! Sonra hayat beni aslında hiç planda yokken getirdi, götürdü, Boğaziçi İngiliz Dili Edebiyatı’na kondurdu. Harbi kısa hikaye yazma dönemi o zamandır. Aldığım ve bak hala sınıfta durduğum yerleri bile hatırladığım “yaratıcı yazım” dersi, sanırım beni uçurdu. Ağzımın suları akarak giriyordum o derse. O ders bana kısa öyküler yazdırdı, yazdırdı, yazdırdı…

Hayatının önemli bir bölümünü de koşmak oluşturuyor. Koşmak sana ne ifade ediyor?

Özgürlük, tam bağımsızlık, gücümün farkına varma, kabullenme. Hayatla, zamanla eş zamanlı arkadaş olma, dayanıklılık arttırma, olası bir sürü soruna çözüm bulma yetisi geliştirme… Koşmak benim için hayatı ifade ediyor. Ta kendisi!

Koşarken yaşadığın farkındalıklar neler oldu? Eminim fiziksel, ruhsal ve zihinsel birçok şey yaşamışsındır. İlk aklına gelen birkaç tanesi…

Yaşadığım en büyük farkındalık sadeliğin gücü. Don paça koşarsın arkadaş! Hayat bu kadar sade ve güçlü. Evden çıkarsın, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi, canın nereye isterse gidersin. İstediğin yerde durursun. Sen ne istersen odur ve o da sırf sen istediğin için olur. Bu kadar. Gerisi teferruat.

Kendini hiç çaresizlik karanlığına düşmüş hissetin mi? Böylesi bir andan nasıl çıkılır?

Çook. Bak şu an, bu soruları bana yolladığın, “Gel röportaj yapalım” dediğin şu dönem, günde kaç kere çaresizlik karanlığına düşüyorum bilmem. Kiminden çıkıyorum, kiminden çıkamıyorum. Bazen şans, bazen dikkatimi dağıtan bir şey, bazen spor, bazen de öfkemi salıvermek. “Nasıl?”ın bir reçetesi yok. Bildiğim şu; o karanlık illa aydınlığa kendiliğinden de gidiyor. Bazen kısacık sürüyor, bazen uzun. O sırada tek bildiğim ve kendime hatırlatmaya çalıştığım şey şu; arkadaşlarına söyle, “Battım yine, benim elimden tutun” de. Kendini aşırı yorma ki nefesin dayansın o çukurda. Tam çıkacak olduğunu hissettiğin anda kolunda bacağında derman olsun. “Ulan çıkacakken gömüldüm” olmasın yani. Kalıcı kalp kırma… De ki oldu, hemen özür dile. Affet… Uzatma. Ve hayat amacını sürekli tekrarla. En çok işime yarayan bu. Hayat amacımı kendime söylediğim an, “Ulaaaan bak işte aslında ben ondan uzaklaştım, ondan bu buhran” diyorum. Hemen, “Peki amacına yaklaşmak için ne yaparsan iyi gelir?” diyorum ve aklıma gelen ilk cevap çıkış yolum oluyor.

Senin co-active koçluk yaptığını biliyorum. Sence insanlar en çok hangi alanlarda kendilerini sıkışmış hissediyorlar ve bu duygudan nasıl çıkabilirler?

İş ve eş, güven. Ya da bana denk gelenler bu yönde. İnsanlar, işlerinde sıkışmış. Mecburiyet köleliği hasta ediyor insanları. Yoksa hasta değiller. Ve eş yani aşk. Hepimizin tek gerçek ihtiyacı harbi aşk. Güven hepsinin temeli. Güven eksikliği beni derinden etkiliyor. Bahsettiğim güven, hayata güvenmek. Endişeye aşık olmuşuz. Hayata güvenmeyi unutmuşuz. Umut var. Aşk var. Hayat var.

Yorum Ekle