Aile geleneği olan akademisyenliği tüm imkanlar önüne serilmişken reddeden ve kendi hikayesini yazmaya karar veren yoga eğitmeni Defne Suman’ın öyküsü, hayatını yeniden yazmak isteyenlere ilham veriyor.
Yazı: Yaprak ÇETİNKAYA
Şişhane’de eski bir apartmanın üst kat dairelerinden birinde, sıcacık bir ofiste, bahar güneşi sırtımızı ısıtırken bir masanın etrafında dört kadın oturuyoruz. İçimizden biri kendini bulma yolculuğuna belki de en erken çıkmış. O yüzden anlatacaklarını çok merak ediyoruz. Defne Suman akademisyen olmak üzereyken direksiyon kırıp kendini dünyanın bir başka köşesine atmış ve sonunda hem maddi hem de manevi olarak yoga eğitmenliğinden beslenmeye başlamış. Bu yolculuk sırasında ikinci dönüm noktası ise çocukluğundan beri gizli gizli, adeta yanlış bir şey yapıyormuş gibi yazarken şimdi kitaplarının basılmasını heyecanla bekleyen bir yazar olması. “Mavi Orman” ve “Saklambaç”tan sonra bugünlerde yeni kitabının basılmasını bekliyor heyecanla.. Merakla başlıyoruz röportaja… İlk sorumuz malum… Ne oldu da birden rota değiştirdiniz? Çünkü duyduğumuz dönüşüm hikayelerinde genellikle beklenmedik bir acı oluyordu. Onun başına hangisi gelmişti…
Ne oldu da hayat planınızı gözden geçirmeye karar verdiniz?
Çok şükür hastalık, kaza değil ama benim çok dramatik olarak algıladığım, ailenin geleneğini kırmak gibi bir an var. Akademisyenlerden oluşan bir ailem var. Dedem Macit Gökberk, Türkiye’nin ilk felsefe profesörlerinden… Anneannem Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde ders veriyordu, annem Alman Dili ve Edebiyatı profesörü… Kuşağı hep kadınlar devam ettiriyordu ve sıra bana geldi. Çok başarılıyım okulda. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ne birincilikle girdim. İyi bir öğrenci oldum, master’a kabul edildim, asistanlık verildi. Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin asistanı olarak çalıştım. Tezim bitti, sıra doktoraya geldi. Bütün bölüm bir olmuş beni doktoraya yollamak için hazır… Referanslar, başvurular… University of California, Los Angeles (UCLA)’dan tam burslu kabul edildim. Ama ben tam o sırada varoluşsal bir krize girdim. 2000 yazındaydık ve ben “Gidemeyeceğim” dedim.
Hissiniz neydi o günlerde?
Daralma hissi. Fkademi dünyasının kendimi ifade için dar olduğunu hissediyorum. O kadar yüksek bir elite sesleniyoruz ki… Ben daha fazla insana ulaşmak istiyordum.
Bunu aileye açıklamak da sizin dönüm noktanız oldu herhalde…
Çok güzel bir lokantaya gittik. Annem, babam, teyzem, hepimiz masada oturmuşuz. Güneş batarken İstanbul manzarasına bakıyoruz. “Ben doktoraya gitmeyeceğim” dedim. “Ne demek gitmiyorum?” dediler. Ağlamaya başladım. Onların gözünden gördüm kendimi… Büyük bir yenilgi görünüyor. 26 yaşına gelmişim. “E ne yapacaksın o zaman?” diyorlar. “Bilmiyorum” diyorum… Sadece ne yapmak istemediğimi biliyorum. Sancılı bir dönemden sonra dünyayı gezmeye karar verdim. “Hangi parayla?” dediler. Internette dolaşmaya başladım. Bir web sitesi buldum; www.idealist.org. Dünyanın her yerinden okullar, hastaneler ihtiyaçlarının listesini yayınlıyorlar, dünyayı gezmek isteyenler de ne yapabileceklerinin listesini koyuyorlar. En sonunda, yaz biterken, her gün gelen ama benim çok turistik diye ilgilenmediğim Tayland’dan gelen bir teklifi değerlendirmeye karar verdim. Oradaki köylü çocukları eğitecek bir üniversitede ders vermek üzere yola çıktım. Bir ev ve ayda 100 dolarım vardı. Para yetiyor da artıyordu.
Daha önce hiç herhangi bir köye gitmiş miydiniz?
Hayır… İstanbul Cihangir’den hiç çıkmamışım ve Tayland’da bir köyün içinde, pirinç tarlalarının ortasındayım. Evde duş yok, kurna var ve tasla su dökülüyor. Tuvalet alaturka. Mutfak açık ve bir su küpünden ibaret. Bir sabah uyanıyorum, mutfakta yılan var. Ama hemen alıştım. Alışmaya hazır gitmişim çünkü gitmeye çok hazırmışım.
Sizi nasıl konumlandırdılar?
Hep Batılı yabancıya alışmışlar. Benim gibi biri çok hoşlarına gitti. Batılılara “farang” diyorlar. Bana, “Sen farang değilsin, bizden de değilsin” diyorlardı. Arada kalma durumunu, bir kimliksizlik halini de ilk defa yaşadım. Ne doğulu ne batılı…
Kadınlar, erkek bedenine uygun yoga yapıyor
Yoga Eğitmeni Defne Suman, yoganın Hindistan’dan batıya açılımı sırasında ‘kadınlara özel’ yoganın göz ardı edildiğini söylüyor: “Yoga enerji bedenimizle çalışan bir sistem. Kasın içinde akan ve ana rahmine düştüğümüz andan itibaren bizi canlı tutan elektrik üzerine çalışıyor. Bu elektrik kadında ve erkekte aynı akmıyor. Kadınların çok fazla döngüsel değişimleri var. İki farklı elektrik devresi gibiyiz. Kadınlar daha yuvarlak, erkekler düz… Bugün geleneksel yoga olarak bildiğimiz sistem de aslında erkeklerin bedenine uygun. Kadınlara öğretilen versiyonu Batı’ya yolculuk edemedi ve popülerleşmedi. Bunun nedeni de Hindistan’da kadınların kendi içlerine kapalı bir ortamda yoga yapıyor olmaları. Bu nedenle biz erkeksi yogayı benimsedik. Örneğin kadınların adet döneminde yoga yapmamaları, 3 gün durmaları gerekiyor. Bu Hindistan’da gayet iyi bilinen bir bilgi iken yoga adı altında batıya yolculuk edememiş.”
Bu sırada hayatınıza yoga girdi galiba…
Evet.. İlk dramatik adım aileden kopmaksa ikincisi ise yoga hocamla tanışmamdır. O zaman Türkiye’de yoganın ne olduğunu bilmezdik. Vardıysa bile benim Cihangir’deki evime ulaşmamıştı. Orada bir çift -adam ABD’li, kadın İtalyan- 13 yıldır o küçük kasabada yaşıyor ve yoga dersi veriyorlardı. Bir hafta süren yoğun bir kurs. Gidip gelirken görüyorum… Kapının önünde mumlar yakıyorlar, duyurular yapıyorlar. Katılayım dedim. 20 Şubat 2001’de başladım. Ve bayıldım… Bir anda her şey değişti. Ben ne olacağım soruları, neden doktoraya gitmediğim, içimdeki boşluk, hepsi bir anda doldu. Dedim ki ben bunu yapmak istiyorum. Yoganın ne olduğunu öğreneceğim, ne kadar derine iniyorsa gideceğim ve yolumsa bir gün bunu öğreteceğim.
Orada mı öğrendiniz yogayı?
Tayland’a beş aylığına gitmiştim ama üç sene kaldım, yoga hakkında ne varsa öğrenmek için. Hatha Yoga öğrendim. Sonra bir gün bürokratik bir nedenle ABD’ye gitmem gerekti. Orada Aştanga yoga ile tanıştım. Ben o güne kadar küçük köyümde yaptığımız 20 hareketin yoga olduğunu sanıyordum ve her gün onu yapıyordum. Aştangaya başlayınca çok daha derine dokunduğunu, daha hızlı dönüşüme girdiğimi gördüm. Yeni hocam Tayland’da artık kendimle yüzleşmekten çok biraz kaçışa girdiğimi, gerçekten yoga yapmak istiyorsam hayata dönmem gerektiğini söyledi. Ailemle ilişkim, karşı cinsle ilişkim, diğer insanlarla ilişkim… Hepsini gözden geçirmem gerekiyordu.
Yola erken çıkmayın
Eskiden 40’lı yaşlarda başlardı kendini aramak, şimdi çok genç insanlar arayışa giriyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
Emin olamıyorum. Yine 40’larda olsa daha mı iyi olur acaba? İnsanın belki de gençliğinde bunları düşünmeden biraz yaşaması lazım. İçe bakış dediğimiz, içe bakıp bugüne kadar yüzleşmediğimiz şeylerle yüzleşmek demek. 20 yaşında bir genç kadın bunu yapınca biraz üzülüyorum. Çok erken diye düşünüyorum. Hatta 25 yaşına kadar yoga yapmayın diyorum. 25 yaşına kadar organların büyümesi de devam ediyor. Kişinin inançlarının oturması da önemli çünkü ne kadar gençseniz, kişiliğiniz ne kadar oturmamışsa o kadar kolay manipüle ediliyorsunuz. O yüzden acele etmeyin diyorum.
Aile ile aranızda dargınlık var mıydı bu sırada?
Dargın değildik ama şaşkındılar. “Nedir bu yoga?” diyorlardı. İstanbul’a geliyorum tatile, yoga yapmam lazım diyorum kapıları kapatıyorum, iki saat yokum. Tütsüler yakıyorum. Sessiz kalmak istiyorum, benimle konuşulmasın istiyorum. Annem, “Ama kahvaltı…” diyor, “Kahvaltı etmeyeceğim, iç organlarımı temiz tutmam lazım” diyorum. Aslında müthiş bir samimiyetsizlik ve kopuş yaşanıyor. Oysa ben sanıyorum ki derinleşiyorum. En ufak çatışmada da gözyaşlarına boğuluyorum. ABD’deki hocamın söylediklerinden sonra bunu düşüneyim dedim ve Tayland’a gittim… Eşyalarımı topladım, öğrencilerime veda ettim ve ABD’ye taşındım. Hala da biraz ABD, biraz Türkiye diye düzen devam ediyor. Eşim Yunanlı olduğu ve orada çalıştığı için biraz da Atina’ya gidiyorum.
Yogadan yazarlığa geçiş nasıl oldu? Yazdıklarınızı gösterme özgüveni yoga sayesinde mi oluştu?
Okuma-yazma öğrendiğim günden beri yazıyordum. Ama hep sakladım yazdıklarımı kilitli günlüklerde, çekmecelerde… Onaylanmama, beğenilmeme, dalga geçilme korkusu ile insanlara gösteremedim.. Çocukluğumdan beri iç yüzüm görülürse dalga geçecekler diye korkardım. Arkadaşlarıma gösterip aileme gösteremediğim yazılar vardı. Yoga ile evet özgüven geldi ve insanlara gösterebilirim, onaylamasalar da beni yine de kabul edebilirler gibi bir ışık yandı. Benim için büyük bir adımdı. Cihangir Yoga öncü oldu, onlar için blog yazmaya başladım. İlgi topladı ve ben ilk defa okuyucu denilen bir kitle ile karşılaştım.
Yoga ile kendini bulmak ne demek?
Yoga olması şart değil… Kendini bulmak yolculuğunun aracı olarak bana yoga denk geldi. Her şey olabilir. Beden üzerine çalışmak da şart değil. Eşim MS hastası, vücudunun yüzde 90’ını kullanamıyor. Ama içe bakışı, kendisine ve insana dair keşifleri benimle denk. O yüzden diyemem ki ben yoga sayesinde kendimi buldum. Çünkü yanı başımda vücudunu kullanamayan birisi aynı fark edişleri yaşıyor. O duygularını fark ederek ilerliyor. Sanatla kendini bulan var. Hepimizde kendimizi gerçekleştirme yetisi var. Kimse ötekinden daha yetenekli, daha üstün, daha şanslı değil. Hepimiz aynı yerden başlıyoruz.
Sosyoloji hocası olmak ile yoga hocası olmak arasında nasıl benzerlikler ya da farklar var?
İnsana olan merakım çok fazlaydı ve bitmiyor, hatta gittikçe artıyor. İnsan sonsuz ve muhteşem bir yaratık. Çocuğa, yetişkine, yaşlıya baktığınızda, ilişkilerine baktığınızda… Her insan katman katman ve bu beni büyülüyor. Sosyoloji okumak istemem de bundandı. İnsanın tabiatı nedir, ne tip dinamikler onu belli hareketlere götürür ya da götürmez diye… Ama ben sadece kafada kalmak istemedim. Akademik olduğunuz zaman ister istemez düşünmenin en yüksek yerine çıkıyorsunuz. Çok güzel bir yere çıkıyorsunuz ama hep düşünerek, bedenin elektriğini alıp beyne çıkararak. Oysa ben vücudumu da hissetmek istedim. Çünkü hayat sadece beynimde değil, vücudumda da akıyor. İnsanın özünü sadece düşünerek değil, ısıyla, ışıkla, tenin tene teması ile hissederek de bulmak istedim.
Yaratacılık bir yerde gizlenmiş bekliyor mu her insanın içinde acaba?
Yaratıcılık karanlık bir yerde duruyor. Ona ulaşmak çok kolay değil. İç görü lazım. Yoganın bana verdiği çok önemli bir hediye de karanlık yere cesaretle girebilmek ve oradan hikaye çıkarabilmek oldu. Önce blog yazılarım 2011’de “Mavi Orman”da kitaplaştı. Ve sonra bir roman yazmaya karar verdim. İnsanların içinde evrensel olan, mekanlardan, zamanlardan bağımsız olan ne var, bizi insan yapan nedir, hep onu arıyordum. “Saklambaç” doğdu.
Roman yazmanın sancılı bir süreç olduğu söylenir…
Disiplin gerekiyor. Tıpkı yoga gibi çünkü yogayı da her sabah beş dakika da olsa yapmak, içeriye bakmak gerekir. Her gün o masanın başına geçtim ve bekledim. Bazı günler bir satır yazıyordum. Bazen duş yaparken geliyordu ve fırlayıp üzerimden sular akarak yazıyordum.
Yeni kitabın ilhamı nasıl geldi?
1980’lerde Büyükada’da geçecekti. İlk sahnede 9 yaşında bir kız çocuk var, adı İpek. Balkondan, çocukları seyrediyor ama onu çağırmıyorlar. Başladım yazmaya ama sürekli kızın büyükannesi geliyor balkona. “Gelme artık” diyorum, tekrar yazmaya başlıyorum, yine büyükanne geliyor. Kız sürekli büyükannesini anlatıyor. Adı Sümbül. Sarışınmış, Çerkezmiş. Filibe’den kaçmış, önce İzmir’e gitmiş. Orada bir subayla evlenmiş. İzmir yangını sırasında İstanbul’a kaçmışlar. Tamam diyorum, bu kadar yeter. Ertesi gün oturuyorum tekrar kıza dönmek için… Bu sefer İzmir’i araştırmaya başlıyorum. Böyle geçen bir ayın sonunda anladım ki hikaye beni İzmir’e, 20. yüzyılın başına çekti. Üç kadının hikayesini 100 yaşında bir kadın olan Şehrazat bugünden anlatıyor.
Kadınsınız, kadın hikayeleri yazıyorsunuz. Dünyayı geziyorsunuz. Türkiye kadınlarının durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
İki şey düşünüyorum. Birincisi, “Acaba hep mi böyle şiddet vardı ve biz daha mı çok duyuyoruz yoksa vahşet giderek arttı mı?” İkincisi, “Kapitalizmin etkisi ve inanılmaz değişim sürecinde insanların kimlik kaybının, aidiyetsizlik hissinin dramatik derecede arttığını ve bunların insanı şiddete yönelttiğini, şiddetin de ya kadına ya çocuğa gittiğini” düşünüyorum. İkincisi daha baskın… Bir yandan vahşet hem nitelik hem nicelik olarak artıyor fakat ama bir tarafta da daha bilinçli bir kadın kitlesi var. Sadece feministler konuşmuyor. Hepimiz bekleyen tehlikeyi görüyor ve bununla mücadele ediyoruz.
Bugün baktığınızda Tükiye’deki akademisyen Defne Suman’ın önyargıları olduğunu düşünüyor musunuz?
Çok önyargım varmış. Birçok insanı bir kategoriye koymuşum ve onları hiç düşünmemişim bile. O insanlara hiç ilişkiye girmeyeceğimden emin olmuşum. Bunu düşünmeden, otomatik olarak yapmışım. Hala da vardır mutlaka, her şeyi aştım diyemem tabii ki. Ama artık kendimi yakalayabiliyorum. Eğer bir insana kafamdaki bir kategori sebebiyle yaklaşmayı seçmiyorsam orada kendimi yakalıyorum. Ve bu fark ediş mucizeler yaratıyor. Son yıllarda anlaşmazlık yaşadığım hiç kimse olmadı hayatımda.
Pozitif Dergisi 2015/02